İslam’ın Krizi – Bernard Lewis

islamin kriziİngiliz – Amerikalı tarihçi Bernard Lewis’in 11 Eylül 2001 saldırılarından iki yıl sonra yayımlanan ve bu saldırıya (kendisine, biçimine ve nedenlerine) hazırlıksız yakalanan Batılılar’a İslâm’ı içinde bulunduğu krizle (Batılılar’ın “İslâmcı teröristler” aracılığı ile tanığı olduğu) birlikte anlatan bir kitap. Lewis dokuz bölüm altında bir yandan İslâm dünyasında Kuran’ı yorumlama ve günlük hayata/devlet yönetimine uyarlama üzerinden dile getirilen farklı görüşleri ele alırken, asıl olarak Batılı okuyuculara bu dünyayı anlatma derdinde. Bu bağlamda bakınca, İslâm dünyasının içinden biri için daha çok bilinen konuların derli toplu bir özeti gibi dururken, bir Batılı’ya çok daha fazla açıklayıcı ve derin görünecektir kitap.

Lewis’in kitabı “tarafsız”lığını korumaya ve ortada bir yerlerde durmaya özen göstermiş genellikle ama Batı’nın kendisine de yönelen “İslâmcı terörizm”in oluşumundaki rolünün altı pek çizilmiyor açıkçası. Kitapta sıkça adı geçen Usame Bin Ladin ve El-Kaide’nin oluşumunda ABD’nin Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı güç yaratma stratejisinin rolünden hiç bahsedilmezken, Afganistan savaşı sonrası kurulan El Kaide’nin bu savaşçıları bünyesine kattığından bahsediliyor sadece. Lewis’in kitap boyunca temel çıkış noktası, kusurlarına/günâhlarına rağmen Batı uygarlığını “ideal” bir konuma yerleştirmek ve bu referans üzerinden değerlendirmek olan biteni. Buna rağmen Lewis’in konuya tam anlamı ile olmasa da içeriden bir bakışla bakabildiğini söylemek gerekiyor. Yalnız bu içeriden bakışın, bazı kabulleri sorgulamaya yol açmaya yetmediği de açık. Örneğin, halifelik kurumunu Muhammed’den sonrası için doğal bir devam olarak görmüş İslâm dünyasında yaygın olarak kabul edildiği gibi. Oysa bugün hâlâ ve hiç de azalmayan bir şekilde tartışma/çatışma/iktidar sorunu olan bu kurum, İslâmın peygamberi tarafından kendisinden sonrası için işaret edilmiş bir kurum değil.

Lewis İslâm’ın kimi temel kavramlarını açıklarken, sık sık Batı ile Orta Doğu’nun bu kavramları kullanış biçimlerini de karşılaştırıyor. Örneğin, Batı’da Din’in Ulus’un altında olduğunu, Orta Doğu’da ise bunun tersinin geçerli olduğunu söylüyor. Bu örnekle de bağlantılı olarak, kitap Hıristiyanlık’ın doğasında Sezar ve Tanrı ikilemi olduğunu (bir başka ifade ile Kilise ve Devlet’in iki ayrı kurum olarak var olduğunu), İslâm’ın ise peygamberinin zamanında olduğu gibi bu iki kurumu birleştirdiğini söylüyor ve İslâm’ın -kitaptaki tanımı ile- krizinin kaynaklarından biri olduğunu söylüyor bunun ve Batılı’nın bugün kimi şeyleri neden anlayamadığının da açıklayıcısı olarak kullanıyor bu durumu. Ayetullah Humeyni’nin “İslâm politik değilse, hiçbir şey değildir” sözünü hatırlatarak da altını çiziyor düşüncelerinin. Bir başka karşılaştırma cihat kavramına da ışık tutuyor: Hıristiyanlığın Haçlı Seferleri’nin giderek seküler bir anlam kazandığını, cihatın ise dinsel olan aslî amacını hep koruduğunu belirtiyor.

Lewis’in -amacı elbette bir övgü olmasa da- “Nihayetinde, bazı faydaları da olmuştu emperyalizmin: Altyapı, kamu hizmetleri, eğitim sistemi… köleliğin ortadan kaldırılması ve çokeşliliğin önemli oranda azlatılması gibi azımsanmayacak değişimler” emperyalizmin “olumlu” yönlerinden söz etmesi veya ABD için -1991’deki Körfez Savaşı’na kadar ve Orta Doğu’da- “emperyal bir role soyunmamış ve böyle bir arzusunun olmadığını da göstermişti” tanımlamasını yapması elbette hayli tartışmalı kitap adına. Benzer şekilde İslâm Devrimi’nden sonra İran’ın Tahran’daki ABD elçiliğindekileri 444 gün boyunca rehin almasının devrik Şah’ın ABD’de olması nedeni ile kötüleşen ilişkilerin değil, aksine iyileşen ilişkilerin sonucu olduğunu (devrimden sonra ılımlı İslâmcılar’ın etkisini azaltmak adına) söylemesi de bir parça fazla iddialı açıkçası. Kitabın yazıldığı tarihten bu yana ABD dış politikası açısından ilginç bir değişimin örneği olarak şunu da belirtmek gerekiyor. Lewis’in, Hafız Esad’ın Suriye’nin Hama kentinde Müslüman Kardeşler ayaklanmasını katliamla bastırmasını “Batılının gözünde, anlaşılıyordu ki, insan hakları dindar Müslümanlar için geçerli değildi, “seküler” katillere de hiçbir demokratik yaptırım uygulanmıyordu” diyerek özetlemesi bugün Mısır’daki gelişmeler düşünüldüğünde doğru görünüyor olsa da, ABD’nin başta Suriye olmak üzere Orta Doğu’da ılımlı İslâmcılara uzun süredir sağladığı destek dikkate alınırsa ciddi bir strateji değişikliğinin kanıtı oluyor. Ayrıca Mısır’da askerî rejime -sessiz kalarak verilen desteğin- rejimin seküler yapısından çok ABD çıkarları düşünülerek sağlandığı da bir gerçek.

Lewis kitabında Müslümanlar’ın Batı’ya bakışını üç grupta topluyor: Batı’yı ve özellikle ABD’yi “İslâmın eski ve uzlaşmaz düşmanı” olarak gören ve onlarla “ölümüne savaşmaktan başka yol yoktur” diye düşünenler, “inançlı Müslümanlar olmayı sürdüren ve modern Batı toplumunun kusurları yanında, üstün yanlarını da gören başka Müslümanlar” ve “Batı’yı nihaî düşman ve bütün kötülüklerin kaynağı olarak görmekle birlikte, gücünün de farkında olan ve nihaî mücadeleye daha iyi hazırlanmak için bazı çağdaş düzenlemelerden yana olanlar”. Bu gruplamadan sonra ikincilerle üçüncüleri birbirine karıştırmamak konusunda uyarıyor Batı dünyasını ve kitabını “Eğer fundamentalistlerin hesabı doğru çıkar ve savaşlarını kazanırlarsa, dünyayı, özellikle de İslâm’ı benimseyen parçalarını, karanlık bir gelecek bekliyor demektir” diyerek daha ciddi ve günümüzde yaşadıklarımızı düşünürsek de kısmen gerçekleşmiş de olan bir öngörü ile bitiriyor.

İslâmın Krizi kitabı çözüm için bir reçete sunmaktan çok krizi tanımlamaya eğilen bir kitap olarak ve pek çok kavram ve tartışma konusunu akıllıca gruplayıp hayli derli toplu bir şekilde özetlemesi ile okunmayı hak eden bir eser ve konu üzerinde başka okumaları da teşvik ediyor. Kitapta doğrudan sadece bir kez ifade ediliyor olsa da, iç kapaktaki tanıtımda yer alan Lewis’in “Türkiye’ye bu krizden çıkışta önemli bir misyon biçiyor” ifadesi ise hem yanıltıcı olması ile hem de ucuz bir pazarlama taktiği olarak kitaba zarar veriyor.

(“The Crisis of Islam”)

Aşk Şiirleri – Bertolt Brecht

Ask SiirleriAlman sanatçı Bertolt Brecht’ten seçilmiş aşk şiirleri. Opus Yayınları tarafından 1997’de basılan kitap özenli tasarımı ile de dikkat çeken bir çalışma. Kerem Çalışkan’ın özenli çevirisi ve girişteki notları, kimi şiirlere düşülen küçük dipnotlar, Esat Tekand’ın kitap boyunca yer verilen ve şiirlerin atmosferlerine çok denk düşen çizimleri, iki şiirin daha önce yapılmış Türkçe çevirilerindeki problemler ile ilgili notlar, Brecht’in “Sevgi Üstüne” başlıklı ve sevgiyi “… o bir üretimdir ve seveni de sevileni de değiştirir, iyiye ya da kötüye doğru” olarak nitelendiren kısa yazısı ve sonda yer verilen ve daha çok, kitabın konusu gereği, aşk şiirleri bağlamı ile sınırlı tutulan “Kronik” bölümü kitabın tasarım zenginliğini oluşturan unsurlar.

Hareketli bir özel yaşamı olan Brecht’in kitaptaki şiirlerinin bir kısmı oyunlarından (“Şvayk İkinci Dünya Savaşında”, “Sezuan’ın İyi İnsanı” vb.) alınırken, bir kısmı da aşık olduğu kadınlar için yazdıklarından oluşuyor. Bu açıdan değerlendirince şiirlerin sanatçının aşk ile ilgili düşüncelerinin hem özel hem genel yanını yansıttığını söylemek mümkün. 1920 yılında yazılan “Seni Hiç Öylesine Sevmemiştim” ve 1937 tarihli “Veda” gibi iki gözde şiirin de yer aldığı bu derleme Brecht’in özel hayatına ışık tutan özelliği ile de okunmayı hak ediyor.

Marilyn Monroe (Yaşamı ve Filmleri) – Joan Mellen

marilyn monreo yasami ve filmleriMarilyn Monroe’nun ölümünün üzerinden yirmi dokuz yıl geçtikten sonra Joan Mellen tarafından yazılan kitap temel olarak sanatçının tüm hayatı ve özellikle Hollywood kariyeri boyunca yaşadığı ikileme (yıldız olmadan önceki, Norma Jean olarak hayatı ile Hollywood’un ona biçtiği ve içinden çıkmasına da izin vermediği “aptal ve seksi sarışın” olarak yaşadığı yıldız hayatı) odaklanan bir eser. Kendisine yakıştırılan rolü hem ret eden hem de ayakta kalabilmek için bu role sarılan bir kadının trajedisini anlatmaya soyunan bir kitap diye de özetlemek mümkün Joan Mellen’ın eserini.

Mellen’ın kitabı Monroe’yu tanıyanlar için pek yeni şeyler söylemiyor aslında ve belki de tek orijinal yanı, onun hayatında yaşadığı travmaların, arada kalmışlıkların ve ciddiye alınma isteğinin Hollywood tarafından nasıl sömürüldüğü ve yaşadığı acının filmlerde canlandırdığı karakterlere de Hollywood tarafından nasıl acımasızca yansıtıldığını tek tek tüm filmleri üzerinden derli toplu bir şekilde açıklaması. Monroe’nun oynadığı her bir karakterin ondan bir izi yansıtacak ve onun sıkışmışlığını besleyerek daha da büyütecek şekilde tasarlanması, kuşkusuz tam da Hollywood’a yakışan bir tavır.

Bol resimli olması gibi bir çekiciliği de olan kitabın Türkçe baskısında ise inanılmaz problemler ve dağınıklıklar var. Aynı fotoğrafın birden fazla kullanımından zaman zaman oldukça kötü bir dili olan çevirisine, özensiz baskısına ve hiçbir editörün elinin değmediğini açıkça hissettiren içeriğine kadar çok sorunlu bir kitap bu. Anlaşılan İngilizce orijinalinden değil de Almanca baskısından çevrilen (daha doğrusu düzenlenen, çünkü kitapta çeviren değil de düzenleyen ifadesi tercih edilmiş, ne demekse) kitabın kapağında “Von Joan Mellen” ifadesi kalmış, yani Von ifadesini çıkarmayı bile unutmuşlar. Kitabın arkasındaki aslında hayli doyurucu olan filmografi bölümünde ise tercüme problemleri daha da vahim bir hal alıyor. İngilizce “Editing/Editor” (Kurgu/Kurgucu) kelimesi “şekil” olarak çevrilmiş örneğin. Filmlerin Türkçe isimlerinde skandal daha da büyük ki tek bir örnek durumu açıklamaya yeterli: Billy Wilder’ın bizde “Yaz Bekârı” olarak bilinen “The Seven Year Itch” filmi “Kahrolası Yedinci Yıl” gibi uydurma bir isimle çevrilmiş! Orijinali böyle değildir diye düşüneceğiniz kadar bir “kıyıma uğratılmış” havası olan kitap bu Türkçe hali ile okunmayı hak etmiyor ve Monroe’ya ve yazarına da bir saygısızlıktan başka bir şey değil bu biçim ve içeriği ile.

Yaşamda Bir Başlangıç – Honoré de Balzac

yasamda-bir-baslangicHonoré de Balzac’ın “La Comédie Humaine – İnsanlık Güldürüsü” adlı yapıtını oluşturan seksen sekiz parçadan biri. Yazarın kız kardeşi Laure Surville’in bir kısa hikâyesine dayanarak yazılan romanın girişinde, çeviriyi yapan Tahsin Yücel’in hem yazarın bu nispeten az bilinen romanının bütün eserleri içindeki yeri üzerine yazdıkları hem de onun çeviride karşılaştığı ve kelime oyunlarından kaynaklanan zorluklarla ilgili doyurucu bir giriş var. İlk bölümünde 1842 yılında bir atlı araba içinde seyahat eden yolcuların hikâyesini anlatan roman, ikinci bölümde ise aradan geçen uzun bir zamandan sonra bu yolculardan birini (“yaşamının başlangıcında olan” bir genci) odağına alarak devam ediyor anlattıklarına. Balzac’ın diğer kimi eserlerinde olduğu gibi karakterlerin bazıları diğer eserlerinde de yer almış ve bu bağlamda onun “İnsanlık Güldürüsü” külliyatının kendi içinde birbirini tamamlayan eserlerden oluşması özelliğini paylaşıyor bu kitap da. Buna rağmen diğer eserler gibi bu roman da kendi başına okunabilecek bir özellikte elbette.

“Coucou – Kuku” denilen bir atlı araba ile birlikte yolculuk eden ve her biri bir şekilde bir sırrı olan ve diğerlerine yalan söylemekten çekinmeyen (hatta bazen bunu bir oyuna dönüştürerek zevk alan) karakterlerin hikâyesine tanık olduğumuz ilk bölüm içerdiği gizem (bizim için değil ama yolcuların tümü için) ve mizah tonu ile de hayli etkileyici ve bir klasik okuduğunuzu her satırında hissettiren bir güzellikte. Bir şekilde birbirleri ile kesişen hikâyeleri olan karakterleri uzun uzun ve etkileyici bir şekilde tanıtıyor ve hikâyelerini bağlıyor birbirine Balzac. Girişte uzun uzun atlı arabaları, tarihçelerini ve Fransa için anlamlarını anlatan romanın bu tercihinin bugünün “hızlı okumak” isteyen okurlarına “yorucu ve gereksiz” gelebileceği açık ama kitabın yolculuğu ve hemen sonrasında yaşananları anlatan ilk bölümünü bitirdiğinizde bunun gerekliliğini anlıyorsunuz. Bu “klasik” girişten sonra tüm yolculuk bölümü zengin dili, heyecanı ve mizahı ile yorgunluğu alıyor. Genç kahramanının hayatta tutunma çabasını anlatan ikinci bölüm de benzer şekilde akıcı dili ile kendisini ilgi ile okutuyor kesinlikle. Özetle, “klasik” diyerek okumaktan kaçınmamak gerekiyor bu romanı.

Bir anlatıcının ağzından anlatılır gibi yazılan kitapta anlatıcı (Balzac) birkaç kez araya girip doğrudan hitap ediyor okuyucuya ve hayli yargılayıcı bir tavırla yapıyor bunu üstelik. Bu bölümler Balzac’ın bugün için hayli ters görünebilecek yargılarına sahip. Örneğin bu tür ilk araya girişte genç yaştaki bir karakterin sadece tinsel olarak acı çekmesinin yeterli olmadığı, bedensel bir cezanın buna eklenmesinin gerekliliğini vurguluyor ona verilen dersin anlamlı olması için. Dönem Fransa’sının farklı sınıflarından karakterler kullanan, sınıf farklarının neden olduğu çatışmaları sık sık dile getiren ve ülkenin o yıllardaki toplumsal karmaşasına da arka planda ustalıkla yer veren ve Balzac’ın bizde pek bilinmeyen bu kitabının Türkçedeki ilk yayımının 2001 yılında yapılmış olması ise üzerinde ciddi olarak durulması gereken bir kültürel sorun kuşkusuz.

(“Un Début Dans La vie”)