Kanun – Roger Vailland

kanunFransız yazar Roger Vailland’ın Goncourt ödülünü almasını sağlayan ve ilk basımı 1956 yılında yapılan kitap, bizde ise ilk kez 1971 yılında Attilâ Tokatlı’nın çevirisi ile yayınlanmış. 1959 yılında Jules Dassin’in yönetmenliğinde ve Fransa – İtalya ortak yapımı olarak sinemaya da aktarılmış kitap ve Marcello Mastroianni, Yves Montand, Gina Lollobrigida, Pierre Brasseur ve Melina Mercouri gibi dönemin Avrupa sinemasının ünlü isimlerini bir araya getiren ilginç bir film çıkmış ortaya. Yazarı Fransız olsa da, Güney İtalya’nın deniz kıyısındaki küçük bir kasabasında geçen roman, yazarın Türkçeye de taşınan ilginç üslûbu ile tam bir “İtalyan” hikâyesi anlatıyor bize. Tüm karakterlerin (aslında tüm bir toplumun) gelenekler, yoksulluk, düzen ve diğer nedenlerle bir yozlaşmanın parçası olduğu bu kasabada oynanan ilginç bir oyundan adını alıyor kitap. “Kanun” adını taşıyan ve en az altı kişinin oynadığı bu oyunun her bir elinde, “iskambillere, zarlara, hatta bazen saman çöplerine başvurularak” bir patron seçiliyor ve bu patron da bir yardımcı seçiyor kendisine. Diğer oyuncuların sağladığı bir karaf şarabı dilediği gibi kullanıyor bu patron ve şarap tükenene kadar da tüm “kanunlar”ı o belirliyor; diğer oyuncuları aşağılamak, övmek, yargılamak, haklarında ne dilerse söylemek hakkına sahip bu patron ve bir başka deyişle dilediği gibi hüküm kuruyor diğerleri üzerinde. Oyunun en kışkırtıcı tarafı ise, en hassas oyuncuyu bulmak ve sadece oynayanların değil, seyredenlerin de yanında onu en zayıf yerlerinden aşağılamak sürekli olarak. “Kaybedenlere, sessiz ve hareketsiz, katlanmak düşer” diye tarif edilen bir aşağılama söz konusu olan burada. Kitapta bu oyunun oynadığı anlar bir kez anlatılıyor okuyucuya ve daha sonra oyunun adından dahi hemen hiç söz etmiyor yazar ama aslında romanın tamamı bu oyundaki gibi bir hüküm kurma/hüküm altına girme hikâyesi olarak, bu oyunun gerçek hayatta sürekli oynandığını söylüyor bize.

Vailland sık sık kasabanın eski görkemli krallık günlerine referans veriyor kitabında (“dirsekleri kaba birer heykel şeklinde oyulmuş yaldızlı ahşaptan XVIII. Yüzyıl Napoli koltuğu” ifadesi adeta bir leitmotif gibi sık sık tekrarlanıyor kitapta örneğin) ve bugün bu kasabada yaşayan halkın tıpkı “kanun” oyunundaki gibi başkalarını hükmü altına almaya çalışmasını ve hüküm altına girdiğinde de (ki bu da doğal bir sonuç olarak “kabulleniliyor”) bu durum altında en az zararı göreceği şekilde mücadele etmesini anlatıyor bize. 1950’li yıllarda geçen kitap, dönemin atmosferi gereği siyasetin de zaman zaman kendisini gösterdiği satırlarının yanında, Don Cesare karakterinin hayatı üzerinden, toplumun ahlâki açıdan yozlaşmasının bir analizini de yapıyor. Onun yaşamının son yıllarında, cinsellik dışında başka hiçbir şeye ilgi göstermeyen tavrı, kitapta tüm karakterlerin bir şekilde parçası olduğu cinsel gerilimi de özetliyor bir yandan. Hemen tüm karakterlerinin davranışlarını belirleyen bir güdü cinsellik sürekli olarak ve bir yandan günah duygusunu taşıyıp (Don Cesare dışında), diğer yandan sürekli günah içinde yaşayan bu karakterlerin her biri adeta romanın baş kişisi olarak çıkıyor karşımıza. Evet, Vailland romanda nerede ise onlarca baş karakter yaratıyor ve her birinin hikâyesini ustaca birbirine bağlarken, birini diğerinin lehine/aleyhine geri plana atmıyor/öne çıkarmıyor. Karakterlerin ve hikâyelerinin karışması veya onlara gösterilecek ilgiyi azaltmak gibi bir riski olan bu tercihin götürebileceği tuzaklardan da akıllıca korunmuş yazar ve okuyucuyu da, üstelik yormadan her bir karakter ile ilgilenmeye “zorlamış”.

Vailland’ın toplumdaki sınıfları, karakterlerin her birinin bir diğerinin suç ortağı olmasını ve servet/toplumdaki konum/güç/gelenekler üzerinden oluşan hiyerarşilerin tıpkı “kanun” oyunundaki gibi kolayca yıkılıp yeniden tanımlanmasını akıcı bir dil ile anlattığı kitabında kullandığı üslûp da hayli ilgi çekici. Yazar tüm karakterlerine eşit mesafede durmuş gibi görünüyor ve çeviride devrik cümleler ile karşılığını bulan dinamik bir anlatımı ve sık sık kullanılan “evet” kelimesi ile (“Bayan Anna, Ana Meydan’ın ötesinde uzanan limana bakıyor evet”) tercih ettiği vurgulamaları üzerinden farklı bir tecrübe yaratıyor okuyucu için. Yazar bazı anlarda ise kendisini de katıyor anlatımına, “Matteo Brigante her şeyi kontrol eder, dedik” gibi cümleler aracılığı ile. Yazarın kimi anları, zaman zaman araya başka anlar da katarak üstelik, hayli etkileyici biçimde anlattığını söylemek gerekiyor. Örneğin genç bir adam ile kendisinden büyük ve evli bir kadının ilk aşk buluşmalarına ayrı ayrı yollardan gidişi, buluşmaları ve dönüşlerini işin içine doğayı ve kasabanın balıkçılarını vs. de katarak hayli başarılı bir biçimde getiriyor karşımıza. Bu bölüm, kadının okuduğu Fransız klasiklerine de bir gönderme olarak ayrıca başarılı ve edebiyat düşkünlerinin keyif alacağı satırları ile kesinlikle dikkat çekici.

Karakterlerinin akıbetlerini bir parça hızlı toparlamak (filmlerin sonunda yazılı olarak, daha sonra ne olduğunun aktarılmasına benzer biçimde) gibi önemsiz bir kusuru olan kitabın, bir komünist olan Vailland’ın (Kruşçevin Stalin’in işlediği suçları ortaya dökmesi ile hayal kırıklığına uğrayan bir komünist kendisi) politik görüşlerini daha çok yazarın toplumu değiştirmek konusundaki hayal kırıklığı açısından yansıttığını yazanlar olmuş zaman içinde ve açıkçası kitabı bitirdikten sonra bu düzenin hiç değişmeyeceğini düşünmekten siz de kendinizi alamıyorsunuz. Bir başyapıt değil “evet”, ama okuması çok keyif veren bir kitap bu.

(“La Loi”)

Romantik Komünist – Saime Göksu / Edward Timms

romantik komunist“Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri” alt başlığını taşıyan kitap, bu başlığın altını gerçek anlamı ile dolduran ve bu büyük edebiyatçıyı sadece biyografisi ile değil, eserleri ile de karşımıza getiren bir çalışma. Saime Göksu ve Edward Timms’in titiz, bir yüceltme veya saldırı tuzağına düşmeyen, hani nerede ise bilimsel diyebileceğimiz çalışması, Nâzım’ı eserleri ile iç içe geçen siyasî görüşleri ve aşkları ile birlikte ele alıyor ve bu ikisi olmasaydı o eserlerin ortaya çıkamayacağını gösteriyor. Yazara Stalin’in kızı tarafından, Stalinciliği hicvettiği için Sovyet yetkililer tarafından yasaklanan “İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?” adındaki oyunu nedeni ile atfedilen “romantik komünist” tanımının ne kadar isabetli olduğunu anlıyorsunuz kitabı bitirdiğinizde.

Girişte yazarların notlarının yanısıra, Rus yazar Yevgeni Yevtuşenko’nun kitabın İngilizce baskısı için yazdığı ve hayli değerli bir önsöz ve Türkçe basımı için, yazarın üvey oğlu Memet Fuat’ın yazdığı bir önsöz yer alıyor. Bu girişten sonra, kitap akıllıca bölümlere ayrılmış ve bu bölümler de birbirine ustalıklı bir şekilde bağlanmış olarak devam ediyor. Başta “Memleketimden İnsan Manzaraları” olmak üzere, Nâzım’ın kimi eserlerini (”Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı”, “Taranta Babu’ya Mektuplar”, vs.) hem edebî açıdan inceleyen hem de bu eserlerin hangi koşullarda, hangi aşk/politik olay vs.’den etkilenerek yazıldığını akıcı bir dille anlatan kitap şairi tanımak için ideal bir kaynak kesinlikle.

Yevtuşenko, önsözünde “Nâzım gerçekleşmeyen nice devrimci düşün yadigârı, 1920’lilerin romantik yıllarından kalma, benzersiz bir büyüleyicilikte canlı bir anakronizma ve Umutlara Büyük İhanet çağının gecikmiş ve trajik bir tanığıydı” diye yazmış. Kitap boyunca Nâzım ile birlikte Türk solunun ve Sovyetler’in tarihine de tanıklık ederken ve ideallerin nasıl hızla kaybedildiğini, iç çatışmaların/tartışmaların nasıl ilk günden başladığını keşfederken, politik inançlarını hep koruyan şairin içine çekildiği çekişmelere, karşılaştığı hayal kırıklıklarına ve kapıldığı ikilemlere rağmen inatla yaşamaya ve üretmeye devam etmesinin coşkusunu da hissettiriyor kitap ve ideallerin, ne zaman gerçekleşeceğinden ve hatta gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden bağımsız olarak, ne kadar değerli ve güzel olduğunu hatırlatıyor okuyucuya.

Politik şiirlerinde bile kişisel sesini yitirmeyen Nâzım Hikmet’in şair olarak, insan olarak ne kadar önemli olduğunu, üstelik de amacı bunu vurgulamak olmayan ve “tarafsız” bir dille yazılmış bir kitap aracılığı ile keşfetmek veya hatırlamak için okunması gereken kitap, “Ölüm düşüncesinden soyundum / giyindim haziran yapraklarını bulvarların” dizeleri ile Haziran’ın, Gezi’nin güzelliğine ve yaşama övgüsüne yıllar öncesinden selâm gönderen Nâzım’ı anlatan değerli bir çalışma.

(“Romantic Communist”)

Balzac ve Çinli Terzi Kız – Dai Sijie

balzac ve cinli terzi kizFransa’da yaşayan Çinli yazar ve sinemacı Dai Sijie’nin yine kendisi tarafından filmi de çekilen ilk romanı. “Kültür Devrimi” sırasında bir dağ köyünde “yeniden eğitim” gören iki gencin ve orada tanıştıkları bir terzi kızın hikâyesini anlatan roman, kısmen yazarın kendi hayatından esinlenirken (1971 – 1974 yılları arasında yazar da “yeniden eğitim” programının kapsamındaymış) ve Çin’de o tarihte yaşananları ele alırken, asıl olarak edebiyatın evrenselliği ve insanları dönüştürme gücü üzerine sözler söyleyen bir kitap olarak dikkat çekiyor.

“Kültür Devrimi” 1966 ile 1976 yılları arasında Çin’de gerçekleşen ve Mao’nun gerçek komünizmi topluma yaymak, toplumdaki kapitalizm ve burjuva unsurlarını yok etmek hedefleri doğrultusunda gerçekleştirilen bir hareketti ve bu hareket kapsamında milyonlarca kişi hapsetme, toplum önünde aşağılama, işkence gibi cezalara uğrarken, entelektüeller ve özellikle gençler “yeniden eğitim” adı altında Çin’in kırsal bölgelerinde yılarca çalışmaya zorlanmıştı. Ülkeyi sosyal ve ekonomik açıdan uzun süre boyunca olumsuz etkileyen bu dönemde kimi tarihi ve dini eserler de yok edilmiş ve Batı kültürünün örnekleri, örneğin kitaplar da ortadan kaldırılmıştı. Dai Sijie’nin işte bu dönemde geçen hikâyesi iki genci ve köylü bir terzi kızı odağına alarak bir yandan iktidarın politikalarının bireylerin hayatları üzerindeki acımasız etkilerini anlatıyor ve diğer yandan da ilk aşk ve edebiyatın (daha doğrusu genel olarak sanatın) anlamı, güzelliği ve gücü üzerine hayli akıcı bir hikâye anlatıyor okuyucuya. Kitap bunun yanısıra, genel olarak “hikâye anlatma” üzerine de epey dokunaklı şeyler söylüyor. İki gencin seyrettikleri bir filmi veya okudukları bir romanı terzi kıza ve köy halkına anlatmaları, “devrimci olmayan” sanatın yasaklı olduğu bir dönemin fon olarak alındığını da düşününce, hayli etkileyici. Kitapta adı geçen eserlere (Ursule Mirouët, Goriot Baba, Madame Bovary, Jean-Christophe, Monte Kristo Kontu vs.) aşina olmak kuşkusuz ek bir tat almaya yardımcı olacaktır ama edebiyat sevgisini satırlarında güçlü bir biçimde duyuran kitabı sevmeye engel değil aksi bir durum.

Kitabın ilginç özelliklerinden biri trajik bir dönemde geçmesine rağmen (ve belki tam da bu nedenle) ve olayların gelişimi her an bizi bir kötü sonuca götürecekmiş gibi olsa da bunun hiç gerçekleşmiyor olması. Öyle ki okuduğunuz bir satır hemen sonrasında bir trajik olay “beklentisi” yaratıyor ama gerçekleşmiyor bu durum. Yazarın umudu bir şekilde ayakta tutma arzusunun da bu tercihte rolü olduğunu düşünüyorum. Biri kitabın anlatıcısı olan iki gencin tanıştıkları ve basit bir dağlı olarak gördükleri terzi kızı kitaplar aracılığı ile değiştirme/geliştirme çabası romanın ana dertlerinden biri ama bunun finale rağmen yeterince güçlü anlatıldığını söylemek bir parça zor sanki. “Dedi ki, Balzac onun bir şeyi anlamasını sağlamış: bir kadının güzelliği, değer biçilemez bir hazinedir” sözleri ile bitse de kitap, burası bir parça eksik kalmış gibi.

Hastanede geçen bölümler ve edebiyat sevgisi ile taşan satırları başta olmak üzere pek çok çekici yanı olan roman akıcı kurgusu ve dili sayesinde rahatça okunan bir kitap. İdeolojisi ne olursa olsun, insanı bireyselliğinden ve insanlık tarihinin birikimlerinden mutlak bir şekilde uzak tutan tüm rejimlerin acımasızlığını hatırlatması ile de önemli.

(“Balzac et La Petite Tailleuse Chinoise”)

Lady Anne Susuyor – Saki

lady-anne-susuyorBabil Kitaplığı serisinden, yine Borges’in seçtikleri ile, bir Saki (Hector Hugh Munro) hikâyeleri derlemesi. Borges’in yazar ve seçtiği hikâyeler hakkında kısa ama değerli bir önsözü ile başlayan kitapta toplam on iki hikâye yer alıyor. Usta bir kısa hikâyeci olan Saki gönüllü olarak katıldığı Birinci Dünya Savaşı’nda, Fransa’da bir Alman keskin nişancısının kurşunu ile kırk beş yaşında kaybetmiş hayatını. İki yaşında annesini kaybeden, babasından uzakta ve kendisini ahlâkçı ve sert bir disiplinle yetiştiren büyükannesi ve halasının yanında zor bir çocukluk geçiren yazarın hayatındaki bir başka önemli zorluk da dönemin İngiltere’sinde erkekler arası cinsel ilişkinin suç olması nedeni ile eşcinselliğini gizlemek zorunda kalmasıydı. Politikada Muhafazakâr Parti taraftarı olan ve yaşı nedeni ile muaf olduğu halde savaşa gönüllü giden birisi için zor bir hayat!

Borges’in seçtiği hikâyeler tam anlamı ile fantastik edebiyat sınıfına sokulamayabilir aslında. Örneğin “Açık Pencere” fantastik bir hava ile başlasa da, okuyucuyu terse düşüren sonu ile bu “fantastik dışı” olmayı gayet iyi açıklayan bir hikâye. Doğaüstü olaylardan çok, bu tür olayları çağrıştıran veya onlara öykünen bir havası var bu kısa hikâyelerin ve Borges’in önsözde vurguladığı gibi yazarın çocukluğundaki olumsuz tecrübelerinden izler taşıyarak, yetişkinleri ve hatta hayvanlar karşısında insanları eleştirisinin merkezine alıyor. “Bıldırcın Yemi” insanların aptallıklarına, Borges’in en sevdiği iki öyküden biri olduğunu söylediği “Siredni Vaştar” (diğeri “Araya Girenler”) tıpkı yazarı yetiştiren akrabaları gibi büyüklerin sertliğine ve sevgisizliğine veya “Tavanarası” küçüklerin büyüklerden intikamına değiniyor örneğin. Hikâyelerin bir başka ortak özelliği de taşra veya köy hayatının “sadeliği, kolaylığı veya huzuru” ile ilgili düşüncelerin tersinin kanıtı olmaları.

İyi yazılmış kısa hikâyelerin tadına doyum olmuyor kuşkusuz ve Saki’den seçilmiş bu eserler de bunun bir başka kanıtı. Fatih Özgüven’in çok başarılı çevirisi (“Mowsle Barton’da Huzur” isimli öyküsüdeki köylü ağzının Türk köylüsüne uyarlanmasının doğruluğu konusunda emin olamasam da) ile zenginleşen kitapta benim en sevdiğim öykü, inşa ettiği umudu acımasızca paramparça eden sonu ile “Araya Girenler” oldu ama diğerleri de kesinlikle çok başarılı. Okunmalı.