Çoluk Çocuk – Patti Smith

New York kökenli punk rock müzik hareketinin öncülerinden Patti Smith’in bu otobiyografik kitabı temel olarak fotoğrafçı Robert Mapplethorpe ile olan ilişkisi üzerinden ilerleyerek 60’lı ve 70’li yılların sanat çevresinin sıkı bir portresini çizen ve dönemin başta müzik olmak üzere tüm sanatına, “Chelsea Otel” dünyasına ve elbette Patti Smith’e düşkünler için bir hazine sandığı niteliği taşıyan bir çalışma. AIDS’ten ölen Mapplethorpe’a verdiği söz üzerine yazdığı kitapta Smith inanılmaz detaylarla çok canlı ve “çekici” bir hayatı getiriyor karşımıza. Her birinin ismi yürek hoplatacak türden onlarca ünlü sanatçının bir döneminde yer aldığı bir hayat bu: Bob Dylan, William S. Burroughs, Allen Ginsberg, Sam Shepard, Andy Warhol ve Jimi Hendrix gibi isimler kitap boyunca karşımıza çıkıp duruyorlar. Smith’in kişisel ve ortak anılarından süzülerek gelen bu isimler yanında sanatçının hayranı olduğu pek çok sanatçı da başta Fransız ozan Arthur Rimbaud olmak üzere ilham perileri rolünde kitabın sayfaları arasında boy gösteriyorlar sık sık. Sanatçı kitabın bir yerinde “İşte tüm bunlar olurken ben oradaydım, fakat o kadar gençtim, kendi düşüncelerimle o kadar meşguldüm ki, bunların çok özel anlar olduğunun bilincinde değildim” cümlesi ile alçak gönüllü bir şekilde ifade ettiği tanıklıkları bugün için inanılmaz bir cazibe nesnesi ilgilisi için.

Resim, tiyatro, şiir ve elbette müzik. Tüm bu sanat dallarında çalışan, üreten ve çok zorlu ama tam bir “sanatçı” hayatı süren Smith’in kitabı Mapplethorpe’la arasındaki ve aşkı, birlikte üretmeyi ve dostluğu içeren muhteşem bağa adanmış bir çalışma temel olarak. Mapplethorpe’un zamanla kendisini keşfederek, daha doğrusu kabullenerek kaydığı eşcinselliği bir noktadan sonra aşkı dostluğa dönüştürüyor (hayır, aslında aşk olarak kalıyor demek daha doğru sanırım) ama kitabın her satırı inanılmaz bir sevgi bağının açık bir göstergesi kesinlikle. Her zaman “nefes nefese birbirlerinin cümlelerini tamamlayan” iki insanın aşkına/dostluğuna adanmış bu kitapta anlatılanlardan etkilenmemek imkânsız özet olarak.

Smith’in kıvrak kalemi ve lirik anlatımının damgasını vurduğu kitap kesinlikle okunması gereken bir çalışma. Kitabı okurken/okuduktan sonra Smith’in Mapplethorpe için yazdığı şarkıları ve özellikle sözleri ona müziği ise müzisyen eşi Fred “Sonic” Smith’e ait olan “Paths That Cross” adlı eseri dinlemekte yarar var. Bir de Smith’e uzun bir dönem çok zorlu koşullarda sürdürdüğü hayatında destek olanlara ve telefon kulübesinde unuttuğu çantasının içindeki otuz iki dolarla bilmeden sanatçının hayatını kurtaran ve Smith’in de hiç tanımadığı kadına teşekkür etmeyi unutmamalı. Muhteşem bir sanatçının dolu dolu yaşanan muhteşem hayatının hikâyesi.

(“Just Kids”)

Eski Bahçe / Eski Sevgi – Tezer Özlü

Tezer Özlü’nün 1964 ile 1982 arasında yazdığı öykülerinden oluşan iki kitap. Yazarın “yaşamöyküsel” olarak nitelendirilen öyküleri klasik edebi biçimlerin çok dışına çıkılarak yazılan eserler; örneğin “Dönüş” ve “Eski Bahçe” başlıklarını taşıyan öyküler nerede ise tek tek cümlelerden oluşan, kesik kesik bir anlatıma sahip ve nerede ise her cümlesi bir anı dondurup karşımıza getiren bir fotoğraf gibi. Benzer biçimde “Gabuzzi” başlıklı öykü de bu tek tek cümlelerin bir “şiir” gibi mısralar halinde ve hatta bazen kelimeleri harf harf parçalayarak yazılmış. Özellikle “Eski Bahçe” adlı ilk kitapta bu radikal biçim denemeleri çok daha fazla ve klasik öykü biçimine, olay akışına alışkın olanları şaşırtacak bir yapı içeriyorlar. Bu farklı üslup öykülerin sadece bir üslupçuluğun peşine düşülerek yazılmış eserler olduğunu düşündürtmemeli ama. Kendisinden bazen birinci bazen üçüncü şahıs olarak söz eden yazar, bu farklı üslupları öykünün içeriğini zenginleştiren bir araç olarak kullanıyor. Bir başka ilginç yan da “1980 Yazı Güneşi A./” öyküsündeki anların ve temanın “1980 Yazı Güneşi B./” öyküsünde daha uzun bir versiyon ile tekrarlanmış olması.

Özlü’nün kendisinden yola çıkan öykülerini okuyanın Özlü’den uzaklaşarak “bireysel” değil daha “evrensel” bir şeylere tanık olduğu duygusuna kapılmasını sağlayabilmek bu öykülerin önemli bir başarısı. Düşsel, karamsar, soğuk ve depresif havası ile bu öyküler okuyucuya bir karaktere hem içten hem dıştan bakmanızı sağlayabilecek bir samimi –bu kelimenin yazarın “soğukluğu” düşünüldüğünde yanlış olduğunu ve daha doğru bir seçimin açık/tarafsız kelimeleri olacağını söylemek mümkün aslında- içeriğe sahip olmaları ile dikkat çekiyorlar.

“Navona Alanı” ‘ndaki başkasının yaşlılığından kendi yaşlılığına geçiş, “Motorcu İbrahim’in Bahçeli Evleri” ‘ndeki çarpıcı yaşlılık, muhtaç olma durumu ve akıl yitimi betimlemesi veya “Palmas” ‘ın 12 Eylül’ün kâbusu altındaki bir İstanbul’da AKM’de verilen bir konseri anlatan absürt havası gibi hayli çarpıcı satırları var bu öykülerin. “1980 Yazı Güneşi A./” ve “1980 Yazı Güneşi B./” öykülerindeki havanın ülkenin bugünlerde içinde bulunduğu havayı nerede ise birebir yansıtması ise Türkiye’nin makûs talihinin bir başka örneği maalesef.

“Rotterdam’da” adlı öykünün bir yerinde “… zaman dışı sessizliğimde yeterince içten değil miydim?” diyor Özlü. Bize düşen keşke daha çok yazacağı bir hayat seçimi olsaymış demek ve eserleri aracılığı ile sessizliğine ara verdiği anlar için kendisine minnettar olmak. Ve bu öykülerindeki her bir satıra karşılık gelebilecek o fotoğrafik anı hayal etmek.

Sinemasının Aynasında Türkiye – Oğuz Demiralp

Oğuz Demiralp’ın bir eleştirmen olarak değil bir seyirci olarak kaleme aldığı yazıları çoğunlukla son otuz yılda çekilmiş filmler üzerinden ülkenin halini yorumluyor. Diplomatlığı da bulunan yazar kitabındaki Türkiye incelemesine konu olan filmleri Strasbourg’da her yıl düzenlenen Türk filmleri haftasında gösterilen eserler arasından seçmiş.

Yazarın da belirttiği gibi kesinlikle bir film eleştirisi kitabı değil bu. Zaten yazılarda da filmlerin sinemasal değerlerine sadece birkaç cümle ile değiniliyor ve bunun yerine yazar filmin ne anlattığına ve anlattığının Türkiye’deki hangi toplumsal veya sosyolojik olguya karşılık geldiğine odaklanıyor. Örneğin Yeşim Ustaoğlu’nun “Güneşin Yolculuğu” filmini Kürt sorunu, Yavuz Turgul’un “Gönül Yarası” filmini yitirilen Cumhuriyet idealleri ve Ezel Akay’ın “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” adlı eserini toplumdaki aydın-halk ikilemi ve iktidarın eleştirilebilmesi/eleştirilememesi üzerine düşüncelerini söylemek için araç olarak kullanıyor Demiralp. Dile getirilen düşüncelerin derinliği yazıların kısalığı ve filmin hikâyesinden yola çıkılmış olması nedeni ile daha çok bir köşe yazısı düzeyinde kalıyor açıkçası ama zaten yazarın bu konuda farklı bir iddiası da yok. Dolayısı ile Süreyya Duru’nun “Kara Çarşaflı Gelin” filminden yola çıkılarak yazılan ve Türkiye toplumunun feodal yapısına ağa baskısı, kan davası ve toprak reformu üzerinden bakan yazıdaki “Türk solu Devlet’ten hiçbir zaman ümidini kesmemiştir” gibi iddialı cümleleri genellikle daha ileriye taşımıyor yazar ve bu nedenle de okuduğunuz daha çok alınmış birtakım notlar seviyesinde kalıyor. Yine de okuyanı fazla yormayan yazılanların şu önemini teslim etmek gerek: Tüm filmler, ister ticari amaçla ister sanat odaklı üretilmiş olsun, bir okumaya da imkân sağlar. Hikâye mutlaka toplumsal bir olguya –bilinçli veya bilinçsiz- değinir. Bu değinme hangi amaçla ve hangi düzeyde yapılırsa yapılsın, seyirciye de mutlaka bir şeyler anlatır. İşte kitaptaki yazılarda ele alınan filmler sinemasal kalitelerinden bağımsız olarak yazara bu okuma fırsatını sağlamış ve o da bu fırsatı kullanmış görünüyor. Onun filmleri okumasının sonuçları da kitabın okuyucusuna bir düşünme ve tartışma eylemi için çıkış noktası veriyor en azından.

Demiralp’ın yazılarında dile getirdiği düşünceleri kendisini yüzü net bir biçimde Batı’ya dönük bir “Cumhuriyet çocuğu” olarak nitelendirebileceğimiz içeriklere sahip genelde. Lütfi Akad’ın “Kanun Namına” ve “Üç Tekerlekli Bisiklet” ve Tunç Başaran’ın “Kaçıklık Diploması” filmlerinin çıkış noktası olduğu yazılardaki Cumhuriyet ve Atatürk övgüleri bu nitelemenin en iyi örnekleri. Yine Tunç Başaran’ın “Abuzer Kadayıf” filmi ile ilgili yazıdaki arabesk ile ilgili satırları da yazarın bugün kolayca yapıştırılıveren bir yafta olan “elitist” eğiliminin işaretlerini veriyor. Fatih Akın’ın “Yaşamın Kıyısında” filmi hakkındaki yazıda yer alan ve ana dilini kullanabildiğin bir toplumda yaşayabilmenin önemi ile ilgili satırların “Güneşin Yolculuğu” yazısındaki Kürt sorununa asıl odağından değil devletin bakışından bakan cümleler ile çelişkinin kaynağını ise Cumhuriyet’in başlattığını onu tahrip etmeden sorgulamayı başaramayan bir neslin dramında aramak gerekiyor.

Bütün Öyküleri – Samet Ağaoğlu

Siyasetçi ve yazar Samet Ağaoğlu’nun 1944 – 1965 arasında yayınlanan öykülerinin toplandığı kitap klasik öykü anlayışı ile yazılanların yanısıra hatıralarını da içeren bir çalışma. Hemen tüm öykülerde hastalıklı veya başta kendisi ile olmak üzere etrafındaki her şey ile çatışma halinde olan karakterlerle dolu olan öykülerde ağır basan da mutsuzluk, karamsarlık ve acı gibi görünüyor. Öyle ki yazarın kitap boyunca en çok kullandığı kelimelerden biri ızdırap (daha doğrusu yazarın kullandığı hali ile ısdırap).

Öykülerin kimi başka ortak özellikleri de var: Örneğin hemen hep bir anlatıcı var öykülerde. Karakterlerden biri diğer(ler)ine başından geçenleri anlatıyor sürekli. Zaman zaman her biri ayrı birer öykü olacak bu küçük öyküler “Ridilemet Nüklüm Telada” adlı çalışmada olduğu gibi ortak özellikler taşır veya belli bir kavram üzerinde dolanırken, pek çoğunda herhangi bir ortaklıkları olmadan bir araya toplanmışlar gibi görünüyor. Öyle ki yazarın bazı taslaklarını küçük öyküler halinde bir büyük öykünün içine atıverdiğini düşündürtüyor. Öykülerin bir kısmında neden yazarın dışında bir anlatıcıya başvurulduğu da sorgulanabilir aslında. Doğrudan yazarın yerine çoğunlukla “hastalıklı” bir karakterin hatıralarını anlatmasının esere ne kattığı tartışmaya oldukça açık göründü bana. Bir başka eleştiri konusu da kimi hikâyelerin, örneğin “Hücredeki Adam”, tıpkı bir sinema filminin kurgusunda atmaya kıyılamayan ama hikâyenin sarkmasına neden olan fazlalıkları barındırması gibi gereksiz bölümlerle uzamış görünmesi. Son olarak yazarın siyasi olarak Türk sağında yer alması nedeni ile o dönem için “normal” kabul edilebilecek kimi yaklaşımlarını da vurgulayalım. “Babam” hikâyesindeki zalim ağanın Ermeni olduğunun vurgulanmasının ve özellikle “Ridilemet Nüklüm Telada” adlı hikâyedeki “… ilk bakışta eskici Yahudilere benziyor, insana çekinme ve güvensizlik hisleri veriyordu” ifadesinin tipik bir muhafazakâr bakışın örneği olduğunu söylemek mümkün.

Ağaoğlu’nun sık sık başvurduğu temalardan biri baba ve çocuk (özelikle oğul) ilişkileri. Çocuk sahibi olma duygusunun bir paranoyaya neden olmasını anlatan “Oğlum” veya yazarın babasını anlattığı “Babam” adlı öyküler bu ortak temanın en yoğun kullanıldığı hikâyeler. Bunlardan ikincisinde yazarın daha çok anı formatında hareket ederek ortaya müthiş dokunaklı bir iş çıkardığını söylemek gerek. Özellikle hikâyenin sonlarındaki duygu yoğunluğundan etkilenmemek imkânsız. Adalet de sık sık uğradığı bir tema yazarın. Adaletin yokluğunu (daha doğrusu eşitliğin yokluğunu) kabul eden ama bunu nerede ise değiştirilemez gören karakterlerin isyana çağırmaktan çok boyun eğmeye eğiilim göstermesi de ilginç aslında. “Bir Hastanın Rüyaları” adlı öyküdeki “Orada işittiğin iniltiler burada neş’e ve kahkahaya bedeldir” cümlesi veya “Katırın Ölümü” öyküsündeki “İnsanlar ve hayvanların bir kısmı zavallı kalacaktır, öteki kısmının zavallı olmaması için” ifadesi bu kabullenmenin örnekleri olarak gösterilebilir.

Demokrat Parti iktidarında bakanlık da yapmış olan ve 27 Mayıs 1960 darbesi ile ömür boyu hapis cezasına çarptırılan, 1964’deki afla cezaevinden çıkabilen Ağaoğlu’nun çoğunluğu “dengesiz” olan karakterlerini hayli yoğun ve etkileyici şekilde anlattığı karakterler, yukarıdaki eleştirilerim bir yana, aslında okuyucuyu hayli derinden etkileyecek profillere sahipler ve drama dayanıklı olanları (“Büyük Aile” hikâyesi çok karakterli yapısı ve dram yoğunluğu ile birkaç sezonluk bir televizyon dizisine kaynaklık edebilir örneğin) kesinlikle avuçlarının içine alacaklardır. Yazarın üslupçu denebilecek yaklaşımından çıkan hikâyeler kitabın arka kapaktaki tanıtımında söylendiği gibi “insan ruhunun derinliklerine sızan ve inceliklerini yakalayan” eserler ve kesinlikle okunmayı hak ediyorlar. “Katırın Ölümü” öyküsünde katır karakteri üzerinden anlatılan “bahtiyarlığa dayanamama” duygusu veya baba ile oğul ilişkilerindeki çatışma, beklenti, korku ve özgürlük kavramları üzerinde dönüp duran incelemelere sahip olan tüm hikâyeler bu okuma gerekliliğini doğrulamaya yeter zaten.