Yaşama Uğraşı – Cesare Pavese

Pavese’den devam. Yazarın 1935 -1950 arasında tuttuğu günlüklerini içeren “Il Mestiere di Vivere. Diario 1935-1950 – Yaşama Uğraşı. Günlükler 1935-1950” adlı kitabın son satırlarını usta sanatçı intiharından dokuz gün önce yazmış ve şöyle demiş: “Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil eylem. Artık yazmayacağım”. Yazarın 27 ile 42 yaşları arasını kapsayan on altı yılını okuyucuya tüm çıplaklığı ile sergiliyor bu günlükler. Pavese’nin edebiyattan tiyatroya, kendi çalışmalarından Shakespeare’in de içinde bulunduğu usta isimlerin eserlerine, özenle koruduğu yalnızlığından dostları ile ilişkilerine ve sık sık da kadınlara ve onlarla –kendi ifadesi ile bir türlü başaramadığı- sağlıklı ilişkiler kur(ama)ma üzerine düşüncelerini içeren günlükler bunlar. Ve elbette ölüm ve intihar üzerine…

10 Kasım 1935 tarihli notunda “Bir zamanlar bırakıp kaçtıkları köylerine dönen, oraya dönmekten sevinç duyan,… bir kadının mutluluğundan hoşnut, ama aynı zamanda özgürlüğün ve kendi başına olmanın tadına da varabilen” diye tanımlıyor şiirlerindeki insanları. Bu temayı 1949’da basılan “Tepedeki Ev” romanının kahramanına aynen taşıması günlüğünde kendisinin de belirttiği gibi her sanatçının aslında kendisine ait kıldığı aynı tema etrafında dolandığının ilginç bir örneği olarak dikkat çekiyor. Pavese kitabında başta kendi roman ve şiirleri olmak üzere kendi çağdaşı yazarlardan Yunan ve Avrupa klasiklerinin sahiplerine uzanan geniş bir aralıkta yer alan isimlerin eserleri üzerindeki düşüncelerine de yer veriyor ve Shakespeare ondan en çok takdir alan isimlerden oluyor. Bir başka odak noktası da Yunan mitolojisi ve mitler; bunları da hem sosyolojik öğeler üzerindeki görüşlerini anlatırken hem de sanata ilişkin fikirlerini paylaşırken sık sık kullanıyor. Onun yine hem kendi hem diğer yazarların üsluplarını ve üslup ile içerik arasındaki ilişkiyi veya didişmeyi ele aldığını da belirtelim edebiyat üzerine olan notlarında.

Ve kadınlar. Günlüğün büyük bir kısmında yer alan bir “problem” olmuş Cevase için kadınlar. Onlarla kurmaya çalıştığı ve bazen kendini bazen onları suçlayacağı bir şekilde hep olumsuz sonuçlanan ilişkileri. Açık sözlülüğü ve içe dönüklüğü ile dikkati çeken günlüğün bu özelliği kadınlar ve ilişkileri hakkında da kendisini gösteriyor. O dönem için hayli özel sayılabilecek notların bu konuda içerdiği çelişkili düşünceler de oldukça ilginç aslında. Kadınlarla ne onlarla ne onlarsız olarak özetlenebilecek bir ilişki tarihi var yazarın ve kimi zaman “acı çekiyorsak suç her zaman bizdedir” derken kimi zaman da kadınlarla sağlıklı bir ilişki kurmanın onlardan kaynaklanan imkânsızlığı üzerine sözler edebiliyor. Cinsellikten tutkuya, duygusallıktan dostluğa pek çok kavramla birlikte yazıyor kadınlarla olan “problemini” günlüğünde ve tıpkı kimi eserlerinin kahramanında olduğu gibi onda da var olan hem birlikte olup hem kendi başına kalabilmeyi arzu eden doğası ile sürekli acı çekiyor. 5 Ocak 1938 tarihli notunda “Kesin olan bir şey varsa, o da: Hayatta seni, “kendi erkeği” sayacak bir kadından başka her şeye sahip olabilirsin” diyerek bu konuda asla başarılı olamayacağını söylüyor kendisine.

Antifaşist eylemleri nedeni ile 1935’de birkaç ay hapiste kalan ve sonra sürgüne gönderilen yazarın günlüklerinde siyasetin ve o sırada sürmekte olan savaşın izlerine pek rastlanmıyor. Yine de zaman zaman dolaylı olarak ve savaş kavramı üzerinden kimi değinmeleri var yazarın. Örneğin 1941-1942 başlıklı notundaki “… Sorun şimdilerde yığınların yalnız propaganda ile yaşamalarıdır…” ifadesinin gücünü kaybetmeye başlamış olsa da faşist diktatör Mussolini’nin hâlâ ülkenin başında olduğu bir dönemde yazıldığını belirtelim.

Çelişkiler sadece kadınlar konusunda değil bu günlüklerde. Sanat ve özellikle edebiyat alanında da sık sık eski tarihli notlarına gönderme yaparak farklı düşünceler öne süren yazarın asıl takıldığı nokta ise ölüm veya daha doğru bir deyişle intihar. Daha 1936’da intihar dürtüsünden bahseden ve hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğim bunu diyen Pavese günlüklerindeki en karanlık ifadeleri de bu konuda kullanıyor. 24 Nisan 1936 tarihini taşıyan “Uçurumdan kurtulmanın tek yolu ona bakmak, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmaktır” ifadesinden 1 Ocak 1950 tarihli “İntihar düşüncesi hayata bir karşı çıkıştı. Ölmekle bu ölüm özleminden kurtulmuş olacaktın” cümleleri ile okuyanı da içine alacak güçte bir karanlığı yaratıyor yazar. Nitekim onun günlüklerinden etkilenip intihar eden İtalyanlar olduğu söylenir hep. Kendisi hakkında eleştirinin çok ötesine geçen “En beylik, en umutsuz anlamıyla bir enayiyim ben. Nasıl yaşayacağını bilemeyen, ahlâki olgunluğa ulaşmamış, kendini bir şey sanan, intihar düşüncesinden bir şeyler uman, ama bunu gerçekleştiremeyen bir adam” cümlelerini yazan sanatçının başardığı her şeyin, örneğin bitirdiği ve beğenilen bir kitabının, ardından “ya bundan sonra” sorusunu sorması onun derin mutsuzluğunun ve tatminsizliğinin göstergesi olsa gerek. İntihar edenleri “sıkılgan katiller” olarak tanımlasa da yıllarca içinde taşıdığı dürtüsü ile 1950’de intihar eden Pavese’nin yalnızlığı (“Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum” – 6 Kasım 1938), mutsuzluğu ve tüm karamsarlığının sindiği günlükler yazarı tanımak için çok iyi bir fırsat, ama günlükleri okurken üzerinize sinecek tüm o karanlıktan kendinizi korumak için tedbirli olmakta ciddi fayda var.

“Yaşama sanatı, yalanlara inanmayı bilme sanatıdır. Bunun korkunç yanı, doğrunun ne olduğunu bilmememize karşın, bir yalanın yalan olduğunu hâlâ anlayabiliyor olmamızdır” diyor Pavese ve sanırım çok da doğru söylüyor. Karanlık, yoğun ve ustalık dolu bir günlük.

(“Il Mestiere di Vivere”)

Tepedeki Ev – Cesare Pavese

Tezer Özlü olağanüstü karanlık ve güzel “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı kitabında üç yazarın ayak izlerini takip eder. Bu yazarlardan biri de kırk iki yaşında intihar eden İtalyan Cesare Pavese. Onun 1949 tarihli bu kitabı İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Mussoli’nin devrildiği ama Almanlar’ın kısa bir süre için de olsa Kuzey İtalya’da hâkimiyeti ele geçirdiği ve iç savaşın yaşandığı günlerde Torino’da geçiyor. Pavese’nin en karanlık örneklerinden biri olmasa da roman, kahramanı olan öğretmenin bir taraftan etrafındaki savaştan kaçmaya çalışmasını, öte yandan da tüm yaşananları insanlığı sorgulamak için referans olarak kullanmasını anlatıyor. Onun günümüzde sık sık tekrarlanan şu sözleri de kitabın son cümleleri : “…Biliyorum ki, savaş günün birinde biterse herkes şöyle soracak: “Peki, ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?…”

Pavese ilk kez 1942 tarihli “Aile” adlı hikâyesinde yer verdiği kahramanlarını tekrar kullandığı bu kitabında, diğer eserlerinde de sıkça görüldüğü gibi bir yandan insanlarla ilişki kurmak isterken diğer yandan onları bir şekilde kendisinden uzaklaştırmayı tercih eden bir karakterin ağzından anlatıyor hikâyesini ve umutsuzluğun kol gezdiği günleri hiçbir süslemeye başvurmadan çarpıcı olmayı başararak sergiliyor. Yalnızlığın, karanlığın ve insana dair umutsuzluğun bu basit ama etkileyici hikâyesi kesinlikle okunmalı.

(“La Casa in Collina”)

Semaver – Sait Faik Abasıyanık

Bir kitabı yıllar sonra tekrar okumak her zaman ilginç bir deneyim oldu. Hem gerçek bir edebiyat eseri her okunuşunda doğası gereği zaten farklı duygu ve düşüncelere imkân vereceği için hem de okuyanın da her yeni okuma tecrübesine farklı bir insan olarak katılmasından dolayı zaman zaman uğranılması gereken bir durak bu “tekrar okumak”.

Yıllar önce bir solukta okuduğum “Semaver” adlı öykü kitabını onca zaman sonra tekrar elime almak ve yine nerede ise ara vermeden okuyup bitirmek çok keyifli oldu. Küçük insanların küçük öykülerinde gizli olan “doğal mucizeleri” tekrar hissetmek, hiç süslemeden yazılmış kısacık öykülerin sonsuz boşluklara açılan kapıları okuyucu içi nasıl eşsiz bir biçimde araladığını yeniden deneyimlemek çok hoş oldu benim için. İlk okuduğumda bende sadece iç acıtan bir hüzün bırakan ve kitabın da açılış öyküsü olan “Semaver”bugün tam tersine, bu hüznü yaratan gerçeklerin doğallığını ve ondan da önemlisi hayatın her şeye rağmen nasıl müthiş bir süreç olduğunu anlatması ile tekrar okumanın neden gerekli olduğunu da kanıtladı bana. Sait Faik’in kısa öykülerinde kocaman dünyalarını anlattığı karakterlerin sinemasal karşılıklarının hemen hiç üretilememiş olması ne büyük bir ayıp Türkiye sineması için.

Serin Mavi – Behçet Necatigil

Şair, çevirmen ve radyo oyunu yazarı Behçet Necatigil’in eşine mektupları. Yazarın Kör Baykuş çevirisini okuyup Türkçe’sinin tadına varınca el attığım ve uzun süredir okunmayı bekleyen bir kitaptı. Sanatçının veya eşinin evden uzak olduğu zamanlarda ve 1955’den 1977’e kadar olan bir zaman dilinde yazılan kimi mektupları içeren kitap günlük hayatın “sıradan” konuları etrafında dolaşan, samimi ve galiba gizli ve hayata karşı sitemkâr bir mizah da içeren bir eser. Şairin kitabın sonunda yer verilen bazı şiirlerine de dolaylı ve doğrudan referans veren mektuplar, eşine ve ailesine özlemden geçim sıkıntısına çeşitli günlük konuları dile getirirken, sanatçının kimi ünlü isimler ile ortak anlarına da kısaca değiniyor. Oktay Akbal’dan Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya ve Tahir Alangu’ya ünlü edebiyatçıların isimleri mektuplarda kendilerine yer bulmuşlar örneğin. Necatigil’in Doğan Hızlan ile eğlenceli bir diyaloğuna da yer veren mektupların benim için en önemli yanlarından biri de yazarın da pek çok ünlü edebiyatçı ile birlikte katıldığı Türk Dil Kurumu toplantılarından söz edilmesi. Bugün böyle toplantılar yapılıyorsa, kim katılır bilmem ama herhalde bozuk cümleleri ile meşhur Orhan Pamuk veya adını bulunduğu yere (daha doğru bir deyişle pazarlama hedef bölgesine) göre değiştiren Elif Şafak/Shafak olmaz o isimler umarım.

Özel hayatla ilgili detaylar içerdiği için değil ki zaten bu tür içerikleri yok mektupların birkaç samimi ifade dışında, şairin şiirlerindeki gibi aile, yalnızlık, ölüm, hastalık gibi sıradan konulardan bahsettiği için önemli olan kitapta ne güzel demiş Behçet Necatigil: “Yalnızlık gururu besler”