IF 2017 – 2

Lantouri – Reza Dormishian : İranlı yönetmen Dormishian’ın bu uzun metrajlı üçüncü filmi modern İran sinemasının örneklerinden farklı bir yerde duran sert bir çalışma. İran hukukundaki “kısas” uygulamasını eleştirel bir şekilde gündeme getiren ve bu uygulamanın kendisine verdiği “göze göz” hakkını kullanmayıp suçluyu affedenlere adanan film doğal olarak öncelikle bu yaklaşımı ile dikkat çekiyor. Tüm enerjisini kurbanların ailelerini suçluyu affetmeye ikna etmeye adayan bir kadın gazetecinin kendisi bir kurban olduğunda ne yapacağı üzerinden finalinde ciddi bir merak duygusu uyandıran çalışmada yönetmen, zaman zaman olayın uzak veya yakın tanıklarını veya halktan birilerini kamerasının karşısına almış ve onların düşüncelerini dile getirmelerini istemiş gibi bir “sahte” belgesel yaklaşımı ile ilerlemeyi tercih etmiş. Bu biçimsel tercihin yanısıra film asıl olarak, kamera kullanımı ile ve doğrudanlığı ile de dikkat çekiyor. Kimi sahneleri çok hızlı bir kurgu ile veya tek tek fotoğrafları peş peşe (ve hızlı bir biçimde) karşımıza getiriyor ve seyirciyi diri tutarken onu bir parça yoruyor da belki. Finaldeki “kısas” sahnesi ise etkileyici ama bir parça da “sinir bozucu”; kısas uygulamasının kurbanı cezalandırıcı konumuna sokmasının aslında ne kadar trajik bir uygulama olduğunu tam anlamı ile hissediyorsunuz burada. Ülkedeki yozlaşmayı, yolsuzluklarla zengin olanları, kadın ve insan haklarını, ve “sıradan” insanların kısır bakışlarının toplumun özgürlüğünü nasıl engelleyebildiğini anlatan bir İran filmi doğal olarak ilgi görmeyi hak ediyor. Medyaya da sık sık yansıyan “kurbanın ailesinin suçluyu tam asılırken affetmesi” gibi yürek parçalayıcı haberlerin arkasındaki insanları anlatan bu filmde halkın temsilcisi olarak düşüncelerini söyleyen karakterin yabancı düşmanlığı ve farklı olandan nefreti ile bizde de epey karşılığı olduğunu bilmek hayli üzücü kuşkusuz. Bizimkine benzer toplumlarda, “Robin Hood” konumundaki bir erkeğin bile kadına “ya benimsin ya toprağın” anlayışı ile yaklaştığını gösteren film görülmeyi hak eden bir çalışma.

İkaros (Icaros: A Vision) – Leonor Caraballo / Matteo Norzi : Caraballo ve Norzi ikilisinin birlikte yazıp yönettikleri bir ABD – Peru ortak yapımı olan film ikilinin ilk, Caraballo’nun ise aynı zamanda son filmi olmuş. Kanser olan ve hikâyesi çoğunlukla onun yaşadıklarından yola çıkarak oluşturulan film gösterime girmeden hayatını kaybetmiş Caraballo. Amazon ormanlarının derinliklerindeki bir “şifa evi”nde “ayahuasca” adındaki bir saykedelik bitkiden şifa bulma umudundaki insanları karşımıza getiren film gerçek ile düşün birbirine karıştığı ve özellikle şamanizm meraklılarının ilgisini çekecek bir çalışma. Görsel açıdan deneysel diye nitelenebilecek kimi sahneleri, konusuna tarafsız yaklaşımı ve yaratıcılarından birinin trajedisi ile örülü hikâyesi ile ilgiyi hak eden filmin görsel efektleri de düşük bütçeli bir filmden beklenmeyecek kadar iyi -kendi içinde başarılı olsa da kısa animasyon sahnesinin filmin geneline pek uymadığını söylemek gerekiyor-. Hüznü ve umudu birlikte barındırabilen, iyi ile kötüyü, hastalık ile şifayı bir arada gösteren film insanın doğadan (ve doğasından) uzaklaşmasının etkileri üzerinde de düşündürüyor seyircisini. Hikâyesi -içeriğinin gereği olarak da biraz- bir parça düz ilerleyen film, kimi eleştirmenlerin belirttiği gibi bir mediyasyon çalışması havası taşıyor.

IF 2017 – 1

Miş’li Gelecek Zaman (El Futuro Perfecto) – Nele Wohlatz : Wohlatz’ın ilk uzun metrajlı konulu çalışması olan film yönetmenin favori sinemacıları olduğunu söylediği Robert Bresson ve Abbas Kiarostami’den esintiler taşıyan ve belgesel ile kurgu arasında bir yerde duran görünümü ile tam da bu festivale yakışan bir eser. Arjantin’e ailesinin yanına gelen Çinli bir genç kadının oradaki hayata uyum sağlama ve bir yandan çalışıp bir yandan da İspanyolca öğrenme çabasını getiriyor karşımıza. Başroldeki Xiaobin Zhang ve diğer amatör oyuncular nerede ise bir senaryo yokmuşçasına çekilmiş görünen, oysa yönetmeninin vurguladığı üzere hayli detaylı bir senaryo ile çekilmiş olan filmde sade ve doğal oyunları ile geliyorlar karşımıza ve filmin kendine özgü mizahının başarılı bir şekilde parçası oluyorlar. Türkçede ve filmdeki karakterlerin konuştuğu Mandarincede tam bir karşılığı olmayan bir zaman kipinden adını alıyor film ve bu şekilde derdinin dil ile onu konuşan bireyler arasındaki ilişki olduğunu vurguluyor. İspanyolca sınıfındaki derslerde tümü Çinli olan öğrencilerin öğrenmeye çalıştıkları dile uyum sağlamaya çalışırken yeni bir kimliğe girer gibi hissetmeleri üzerinden ilerliyor film ve bu sahnelerdeki küçük mizah anlarının yanısıra dil ile kimlik arasındaki ilişki üzerine de düşünmeye yöneltiyor seyircisini. Genç kadın ile tanıştığı Hintli erkeğin -birbirlerinin dillerini bilmemeleri nedeni ile- ikisinin de ana dili olmayan İspanyolca konuşarak anlaşmaya çalışmaları veya kadının evlenme teklifinde bulunan bu erkeğe ret cevabını onun anlamadığı Mandarince ile vermesi dilin hem yakınlaştırıcı hem de uzaklaştırıcı olabileceğinin vurguları olsa gerek. Minimalist, “düz” ama eğlenceli ve taze bir bakışı olan bir film.
(“The Future Perfect”)

Kalp Zamanı: Ingeborg Bachmann – Paul Celan Mektuplar (Die Geträumten) – Ruth Beckermann : Biri Avusturyalı, diğeri Romanya asıllı ve her ikisi de Alman dilindeki şiirin ustalarından olan iki büyük edebiyatçının birbirlerine yazdıkları mektuplardan yola çıkan bir Avusturya yapımı. Daha önceki filmlerinin biri dışında tümü belgesel türde olan yönetmen Ruth Beckermann’ın iki Avusturyalı oyuncuya (Anja Plaschg ve Laurence Rupp) bir kayıt stüdyosundaki mikrofon önünde bu mektupları okutmasına tanık oluyoruz filmde temel olarak. Ingeborg Bachmann ve Paul Celan’ın aralarındaki -yıllarca süren- iniş çıkışlı ilişkinin izlerini taşıyan mektupları okuyan iki oyuncu kayıt aralarında bazen bu edebiyatçıların ilişkisini tartışıyorlar, bazen de havadan sudan sohbet ediyorlar. Bu sohbetlerinde yönetmen oyuncularını serbest bırakmış ve onlar da doğaçlama olarak konuşurken, başlangıçta profesyonel mesafelerini okuyarak okudukları mektupların dünyasına hikâye ilerledikçe daha yakından bakmaya başlıyor ve karakterlerine yaklaşıyorlar iyice. Karşımızdaki bir kurgu film değil ve tam anlamı ile bir belgesel de değil aslında; yönetmen, Bachmann ve Celan kadar iki oyuncunun kendilerine de odaklanıyor ve bir yandan mektuplar üzerinden bir aşkın, Avrupa edebiyatının ve entelektüel hayatın izlerini sürerken, diğer yandan iki oyuncunun gerçekçi ve doğal performansları üzerinden onların karakterlerinin dünyasına girişini takip ediyor. Bir kurgu filminden beklenecek bir hikâyesi olmayan ve sık sık sadece mektupları okuyan iki oyuncunun yüzlerine odaklanan film herkese göre değil kuşkusuz; ama her ikisi de trajik biçimde ve erken yaşta ölen bu edebiyatçıları tanıyan ve özellikle de şiirlerini sevenler için oldukça dokunaklı olabilecek bir film bu. Belgeselin kurgu ile iç içe geçtiği, oyuncu ile oynadığı karakterin çizgilerinin birbirine değdiği bu film ilgiyi hak ediyor.
(“The Dreamed Ones”)

IF 2016 – 2

Bella e PerdutaKayıp ve Güzel (Bella e Perduta) – Pietro Marcello : Sinemaya belgeseller ile giriş yapan İtalyan sinemacı Marcello’nun konulu ilk filmi İtalya – Fransa ortak yapımı olarak çekilmiş. Çekim öyküsü hayli ilginç filmin; yönetmen filme belgesel olarak başlamış ve bütün hayatını terk edilmiş bir on sekizinci yüzyıl sarayının bakımına adayan İtalyan çiftçi Tommaso Cestrone’nin hayatını anlatmayı hedeflemiş. Ne var ki Cestrone çekimler tamamlanmadan ölünce, o ana kadar yapabildiği çekimleri bambaşka bir filme dönüştürmeye karar vermiş yönetmen ve ortaya gerçekten farklı bir film çıkmış. Sonuç, belki her seyirciye göre olmayan ama kesinlikle tuhaf bir çekiciliği olan bir sinema eseri. İtalyan “Commedia dell’arte” tiyatrosundaki karakterlerden biri olan Pulcinella’nın bu çiftçinin geride bıraktığı bir boğayı yeni sahibine götürmesini anlatan hikâyeyi bu boğanın gözünden ve onun anlatıcılığı ile karşımıza getiren film, bilindiği anlamı ile bir olay örgüsüne sahip olmayan, doğal ve başarılı görüntüleri ile dikkat çeken, hikâyenin yaşandığı toprakların geleneklerini ve tarihini her an ön planda tutması ile takdiri hak eden ve sahip olduğu farklı estetiği (ki Fransız sinemacı Robert Bresson’unkini andıran bir estetik bu) ile önemli bir sinema eseri kesinlikle. Tıpkı çiftçi Cestrone’nin sarayı için yapmaya çalıştığı gibi, yönetmen de İtalya’nın kırsal hayatını, doğanın kendiliğinden oluşan uyumunu ve tüm canlıların uyum içinde bir arada olabildiği bir hayatı bir film aracılığı ile korumaya çalışmış gibi. Bu düşsel ve iç burkan film görülmeyi kesinlikle hak ediyor.
(“Lost and Beautiful”)

Ne Yerde Ne Gökte (Ni Le Ciel Ni La Terre) – Clément Cogitore: Fransız sinemasından bir ilk film. Afganistan’da görev yapan bir Fransız birliğindeki askerlerin birer birer gizemli bir biçimde ortadan kaybolmasını anlatan film bulunulan yere ait olmama, yabancılaşma, savaş ve neden olduğu travmalar gibi temaları ince bir senaryo ile anlatmayı başaran bir çalışma. Oyuncularının güçlü performansı ile dikkat çeken film, anlattığı hikâyenin gereği olarak, askerlerin gece görüş özelliği olan teçhizatları aracılığı ile gösteriyor bize olan biteni ve bu “karanlık” filmin görsel gücüne katkı yapan bir tercihte bulunmuş oluyor böylece. Adı da çok doğru konmuş bir film bu: “Ne Yerde Ne Gökte” hem askerlerin bulunduğu yeri (“hiçliğin ortası”) ifade ediyor hem de kaybolan askerlerin akıbetinin izah edilememesinin bir şekli sanki. Fransız askerlerinin ve Taliban militanlarının savaşının “anlamsızlığı” üzerine de güçlü bir mesaj veriyor film altını çizmeden. İnsanın kötülükleri yaratma gücünün daha ötesinde ve onların bu çirkin savaşını anlamsız kılan bir güçten söz ediyor çünkü hikâye ve filmin geri kalanı ile pek uyumlu olmayan finalinden olumsuz yönde etkilenmiş olsa da etkileyici olmayı başarıyor.
(“The Wakhan Front”)

Kaili Blues (Lu Bian Ye Can) – Gan Bi: Bu kez Çin sinemasından bir ilk film. Gan Bi yazdığı ve yönettiği filmde kamerayı da kullanan isim olmuş ve ortaya IF’e uygun farklı bir film çıkarmış. “Büyülü gerçek” türünün örneklerinden biri olarak nitelendirilebilecek çalışma, oldukça uzun bir girişten sonra doğrusal ilerlemeyen bir hikaye anlatıyor bize ama yine bildiğimiz anlamda bir hikâye değil bu. Farklı zamanların bir arada olduğu anlar, ne olduğundan çok olanların ne hissettirdiğine odaklanan, basit ve soyut öğeleri olan bir hikâye, hiç eksilmeyen bir melankoli ve hüzün havası, özellikle saat kadranı ile kendisini gösteren sembolizm ve gerçekçiliği hep ön planda tutan bir düşsel hava. Evet, yine sıradan seyirciye göre olmayan bir çalışma bu ve sıradan olanın (bir başka deyişle günlük hayatın) içindeki çekiciliği yakalamayı hedeflemesi ve başarması ile hayli önemli bir ilk film kesinlikle. Arada duyduğumuz şiirlerin de desteklediği ama bundan bağımsız olarak, hayatın şiirinin (ama hayli hüzünlü bir şiirinin) peşine düşen şiirsel dili ile de önemli. Kimi hayli uzun ve dinamik planları ile özellikle ikinci yarısında seyircisini avucunun içinde tutmayı başaran çekici bir ilk film örneği.

IF 2016 – 1

sparrowsSerçeler (Þrestir) – Rúnar Rúnarsson: Büyük şehirde birlikte yaşadığı annesinin, erkek arkadaşı ile Afrika’ya gitmesi üzerine, uzun süredir görmediği babasının yanına, İzlanda’nın kuzeyinde bir kasabaya gitmek zorunda kalan on altı yaşındaki bir delikanlının büyüme hikâyesi diye özetleyebileceğimiz bir film. İzlanda’nın benzersiz doğasını çok parlak bir biçimde kullanan film “masumiyetin yitirilip” büyüklerin dünyasına adım atmayı, gösterdiğinden daha sert ve etkileyici bir biçimde anlatıyor ve güneşin pek kaybolmadığı topraklarda doğal ışığın da yardımı ile zaman zaman düşsel görüntüler yakalıyor. Oğul ve babayı oynayan Atli Oskar Fjalarsson ve Ingvar Eggert Sigurðsson’un doğal ve samimi performansları ile de dikkat çeken filmin, Sigur Rós grubunun eski üyelerinden Kjartan Sveinsson’un imzasını taşıyan müzikleri ve genç oyuncudan dinlediğimiz şarkıları da (kilise korosunda yer alan karakterin seslendirdiği ve büyülü bir atmosferi olan şarkılar bunlar) çok başarılı. Masumiyeti yitirirken de iyi kalabilmek üzerine kesinlikle etkileyici bir çalışma olan filmin, adını serçenin İncil’de sık sık masumiyetin simgesi olarak kullanılmasından aldığını da belirtelim merak edenler için.
(“Sparrows”)

Dehşet Odası (Green Room) – Jeremy Saulnier : Bir punk rock grubunun elemanlarının konser verdikleri bir yerde işlenen bir cinayet sonrasında, tanıkları yok etmeye kararlı Neo-Naziler tarafından bir odaya kapatılınca yaşadıkları dehşet dolu anların hikâyesini anlatıyor film. Kısıtlı mekânlarda geçmesinin beraberinde getirdiği klostrofobi duygusunu başarı ile yaratan ve kullanan film, sert ve dinamik sahneleri ile de ilgi çekebilir. Kurgusu ve kimi yakın plan görüntüleri de, şiddeti kullanmaktan çekinmeyen hatta onun üzerinden ilgi çekmeyi hedefleyen filmin artıları arasında. Anlaşılan yönetmen Saulnier senaryosunu da yazdığı filmde rahatsız edici olmayı amaçlamış asıl olarak ve bunu da “başarmış” eğer rahatsız edici olmak bir başarı ise. Karakterlerin hiçbirinin geliştirilmesine ihtiyaç duymayan ve zaman zaman tekrara düşen senaryo çok şey vaat etmiyor ve kıstıranların Neo-Nazi, kıstırılanların punk rokçı olması filme bir farklılık getirmiyor elbette. Kuşkusuz bir “Saw – Testere” değil (ve neyse ki değil) ama özellikle gerilmek isteyenler için ve sanırım sadece onlar için.