Kiss Them for Me – Stanley Donen (1957)

“Saçım tamamen doğaldır, rengi dışında”

İzine çıkan dört donanma pilotunun San Fransisco’daki maceralarının hikâyesi.

Bir romandan oyuna, oradan da bir filme dönüştürülen hikâye bir “şen denizciler şehirde” havasında başlayıp arada askerlerden kendi çıkarları için faydalanmak isteyen siyasetçiler ve iş adamlarını eleştirir gibi görünüyor ve bir parça fedekâr ve kahraman asker imajı yaratarak sona eriyor. Film tüm hikâye boyunca Jayne Mansfield’ın seksapelinden ve zaman zaman erotizme uzanır gibi görünen esprilerinden de medet umuyor.

Sıkıcı bir komedi gibi başlayıp sıkıcı bir romantik-dram-komedi havasına kayan filmin sıkıcı bir şekilde de bittiğini belirtmekte fayda var. Ne “kahraman askerlerimizi sömürenler” eleştirisi ne de araya katılan romantizm filmi kurtarmaya yetiyor. Başroldeki Cary Grant bu gereksiz filmdeki gereksiz rolün sıkıcılığına kendini teslim etmiş gibi görünüyor ve en vasat oyunlarından birini veriyor. Filmde öne çıkan ama bu çıkışı yeterince erotik olmayan esprilerin pek de desteklemediği Jayne Mansfield olmuş. “Aptal sarışın” tiplemesinin altını senaryo yeterince çizmemiş gibi bir de Mansfield abartılı oynayınca iyice göze batar olmuş onun rolü.

Sanki aceleye getirilmiş gibi duran, akla gelen her şeyden bir tutam katılmış gibi görünen bu filmi özetlemek için kullanılabilecek en iyi kelime anlamsızlık olsa gerek. Başarısız bir film.

(“Benim İçin Öp”)

71 Fragmente Einer Chronologie des Zufalls – Michael Haneke (1994)

“Kendimden başka neden bahsedebilirim? Dürüst bir insanın bahsedebileceği tek konu bu”

Bir genç adamın bir bankada üç kişiyi öldürdüğü anın öncesinin yetmiş bir sahnede anlatılan hikâyesi.

Haneke’nin “Buzlaşma” üçlemesinin üçüncü ve son filmi. Dünyanın dört bir yanından savaş, katliam ve kriz görüntülerini içeren televizyon haberleri ile başlayan ve zaman zaman da bu haberlerin tekrarlandığı film bu başlangıcı ile içinde yaşadığımız ve birazdan bize izleteceği karakterlerin de yaşadığı dünyanın hal-i pür melalini gösteriyor bize. Soğuk ve bu tür haberleri kanıksamış bir spikerin sunduğu bu haberler etrafımızı kuşatan kötülüklerin, kabalıkların ve sapkınlıkların vurucu bir özeti oluyor bir bakıma. Türkiye’ye de iki referans var filmde. Haberlerin birinde PKK’nın sivil katliamları gösterilirken, havaalanında geçen bir sahnede gazete bayisinde Cumhuriyet gazetesinin görüntüsü geliyor ekrana. Bugün çekilse muhtemelen Zaman ile değişecek bir görüntü!

İletişim daha doğrusu iletişimsizlik ve yalnızlık film sık sık değinilen temalar filmde. Yalnız yaşayan yaşlı bir adamın muhtemelen çocuğu ile konuştuğu ve telefonu kapatmamak için konuşmayı sürekli uzatmaya çalıştığı sahne tipik bir Haneke soğukluğu ile anlatılıyor. Bebekli çiftin sabah erkek evden çıkarken yaptığı konuşmalar ve yine onların seni seviyorum ile sonuçlanan ani tokat sahnesi ve evlat edindikleri kimsesiz çocuk ile iletişim kuramayan çift de örnek gösterilebilir bu tipik Haneke sahnelerine. Tangram oyunu da üniversiteli gençlerin olduğu sahnelerde sık sık karşımıza geliyor. Yedi parçadan sonsuz sayıda anlamlı figürün üretilebileceği bu oyun belki de insanların onca güzel seçenek varken hayatlarını oluşturan parçalarla belki de en kötüsünü çıkarabildiğini söylüyordur, kim bilir? Özellikle ilk dönem filmlerinde tipik bir Haneke imzası olan tek planda çekilmiş ve uzun süren “anlamsız” sahneler bu filmde de yerini alıyor. Örneğin seyredenin sabrını zorlayacak kadar uzun süren pinpon antrenmanı sahnesi bir adamın aralıksız olarak bir makineden fırlatılan bir pinpon topunu karşılamaya çalışmasını gösteriyor bize.

Finalini bildiğiniz bir filmi yine de heyecan ile seyredebiliyor olmanız ve üstelik bu filmin o korkunç aksiyon filmlerinin aksine hikâyesini anlatırken seyirciyi avucunun içinde tutabileceği efektlere başvurmadan bunu başarabiliyor olması filmin en dikkat çekici başarılarından biri. Yalın ve yalın olduğu kadar da çarpıcı final bir kâbus gibi çöküyor seyircinin üzerine. Annesi ile yaptığı tüm o telefon konuşmalarının hiç çağrıştırmadığı bir harekette bulunan gencin bu noktaya gelmesinde yönetmen sanırım bireylerin birbirine karşı anlayışsızlığını, inceliklerin hayatlarımızdan gittikçe silinmesini, sıcaklığın kaybolmasını, ilişkilerin soğukluğunun rolünü işaret ediyor. Mekanikleşen hayatların insanı insan yapan duyguları, tavırları ikinci plana atmasının doğurduğu bir sonuç bu der gibi yönetmen. Bir televizyonun kapanışı gibi sona eren son kare etrafımızdaki tüm çılgınlıkları bir televizyon filmi seyreder gibi seyrettiğimizi yüzümüze çarpıyor. Savaşlar, kıyımlar bizim için bir televizyon şovundan farksız değil. Film boyunca birkaç dakika içinde gösterilen onca kötülük ve katliamlar sıradanlaşan, normalleşen “şeyler” sadece. ABD’nin Irak’ı işgalinin CNN’den canlı yayınlanan ve Bağdat gecelerini muhteşem renkleri ile aydınlatan bombaların süslediği bir televizyon programına dönüşmesi ve bunun da savaşı tüm asıl kavramlarından soyutlayıp bir şova çevirmesi gibi tıpkı.

Haneke bu filmde pek çok yönetmenin hikâyesini anlatırken hiç çekmeyeceği veya çekse bile kurguda atacağı sahneler ile çıkıyor karşımıza. Bir adım geriye çekilip baksak göreceğimizin sadece anlamsızlık ve hiçlik olacağını net bir dil ile bir kez daha ve çekinmeden söylüyor. Haneke yine sarsıyor bizi. Korkunç bir dünya bu.

(“71 Fragments of a Chronology of Chance” – “Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası”)

Le Couteau dans la Plaie – Anatole Litvak (1962)

“Benim ölümüm sigorta şirketi için Life dergisindeki dört sayfalık bir ilandan daha kârlı”

Bir uçak kazasından sağ kurtulan bir adamın sigortadan para alabilmek için kazada ölmüş numarası yapması ile başlayan olayların hikâyesi.

Yunanlı Mikis Theodorakis’in müziğinin eşlik ettiği bu gerilimli polisiye hikâye, Ukrayna asıllı ve hem ABD’de hem de Avrupa’da çalışmış bir yönetmenin Fransa’da çektiği ve başrolleri bir Amerikalı ve bir İtalyan oyuncunun paylaştığı bir Fransız-İtalyan ortak yapımı. Sinema küreselleşmeyi pek çok sektöre göre çok daha erken keşfetmiş anlaşılan.

Sinemanın iki yıldızı Sophia Loren ve Anthony Perkins’in başrollerinde olduğu bir film bir sinemasever için sadece bu nedenle bile ilgi çekicidir. Hikâyenin yeterince güçlü olmadığı ve zaman zaman inandırıcılıktan uzaklaştığı filmde bu zayıflıktan en çok etkilenen Loren olmuş. Öldüğünü zannettiği kocasını evde sağ gördüğü sahne başta olmak üzere senaryo pek de yardımcı olmuyor kendisine. Onun adına filmden geriye kalan daha çok güzelliği ve istemeden girdiği bir oyunda kendini kapana kısılmış bulduğu anlardaki “çekici çaresizliği” kalıyor. Perkins ise oyununa ve vücut diline çok uygun bir rolde oldukça başarılı görünüyor ama bu görüntüdeki en temel neden gösterdiği oyun gücünden çok doğal bir görüntü veriyor olması. Çocuksu ve esprili ama sorunlu adam rolüne çok iyi uymuş ünlü yıldız.

Yönetmenin klasik bir sinema dili ile ve siyah beyazı başarılı bir şekilde kullanarak aktardığı hikâye evet zayıf ama yine de seyircisini yormadan ve maalesef amaçladığı dramatik etkiye yeterince ulaşamadan akıp gidiyor. Filmin finali ana akım sinemanın kalıplarına uygun ama yine de sigorta şirketinin ödeyeceği yüksek prime rağmen kendisinin ölümünden mutlu olacağı tespitini yapan bir karaktere yer veren bir film karşımızdaki. Arada bir kaza sonucu ölüp gelir getiren bir müşteri olmalı ki kalan milyonlarca potansiyel müşteri tedirgin olup sigortalatsınlar kendilerini, öyle değil mi? Paris, gece ve ıslak sokakların eşlik ettiği orta karar ama kesinlikle kendini izleten bir film.

(“Five Miles to Midnight” – “Gecelerin Kadını”)

Irma la Douce – Billy Wilder (1963)

“Sen balerinin sadece kendisi için dans etmesini isteyen bir emprezaryo gibisin. O bir dâhi ve herkesin faydalanması gerekiyor onun dehasından.”

Kurallara bağlı ve dürüst bir polislikten tutulduğu bir fahişenin muhabbet tellallığına geçen bir adamın kadını kimse ile paylaşmama çabası ile başlayan olayların hikâyesi.

Bir sahne müzikalinden Billy Wilder ve I.A.L. Diamond ikilisi tarafından senaryolaştırılan ve Wilder’ın yönettiği keyifli bir film. Oyun sinemaya aktarılırken müzikal öğeler çıkarılmış ve pek çok filmde iş birliği yapan Wilder-Diamond ortaklığında bir parça uzun ama başarılı bir komediye dönüşmüş. “Tatlı İrma’nın” hikâyesi ahlâki bir noktadan yaklaşılmaması gereken filmlerden. Sevgilisini satan bir adamın hikâyesi özellikle de ahlâkçıların bir komedi kalıbı içinde bile pek de hoşgörü ile yaklaşacağı bir konu olmasa gerek.

Jack Lemmon ve Shirley MacLaine ikilisinin eğlendiği ve eğlendirdiği bir film bu. MacLaine her müşterisine farklı bir hikâye anlatarak onlardan aldığı parayı artıran “cool” görünümlü ve işinin ustası fahişe rolünde çok enerjik bir performans veriyor. Lemmon ise naif bir insandan bir “kaplana” dönüşürken oldukça keyif veren sahnelere imza atıyor. Polis minibüsünün arkasında onlarca hayat kadını ile yolculuk etmek zorunda kaldığı ve ilk çözülme emarelerini gösterdiği sahnede çok başarılı örneğin. Kalabalık bir kadrosu olan filmde Lou Jacobi de hem filmin unutulmaz cümlelerinden bazılarına aracılık ediyor hem de “ama o başka bir hikâye” ifadesi ile sona eren geçmişinden hikâyeler ile seyirciyi eğlendiriyor. Filmin en kuvvetli olduğu yanlarından biri de kimileri oyunun orijinalinde yer alan kimileri ise I.A.L. Diamond’ın kaleminden çıkan espriler. Bu espriler belki tüm film boyunca her zaman en üst düzeyde değil ama filmin hayli uzun olan süresinin farkedilmemesini sağlayanlar da onlar oluyor. Örneğin “Üzgünüm, yüzleri hiç hatırlayamam” cümlesi bir fahişenin ağzından çıktığında elbette çok komik bir ana kaynaklık ediyor. Paris’in Casanova sokağında icra edilen mesleğin ekonominin çarklarını nasıl döndürdüğünü anlatan ve “bebek arabası satıcısının fahişe kıza, onun kabadayısına, kabadayının rüşvet olarak polise ve polisin de bebeği için aynı parayı satıcıya ödemesi” zinciri ile özetlenebilecek bakış bir kapitalizm hayranının itiraz edemeyeceği bir yaklaşım ve film bu sokağın halk ile nasıl iç içe geçmiş bir halde ve normalleşmiş bir halde var olduğunu göstererek muhafazakar bakışlara da karşı duruyor. Elbette Amerikan sinemasının konusu ve kahramanları böyle olan bir film için lokasyonu Paris olan bir Fransız oyununu tercih etmeleri anlaşılır bir durum. Ne de olsa Fransa ve Fransızlar her zaman ahlâk dışı kavramların aracısı olmuştur Amerikalılar için.

Kendisini kendisi ile aldatan ve bu durumdan bir kıskançlık krizi çıkaran adam rolünde Lemmon bir İngiliz taklidi yaparken daha önce gördüğü İngiliz filmlerinin konularından, mekanlarından ve kahramanlarından hikâyeler uydurarak epey eğlendiriyor bizi. Filmin çoğunlukla onun etrafında dönen ve ona dayalı esprileri belki her zaman birinci kalite değil ve filmin süresi kurguda rahatça epey bir kısaltılabilirmiş dedirtecek kadar uzun olsa da hayli komik, eğlendirici bir film. Son on beş yirmi dakikası sıradan seyirciyi mutlu etmek için eklenmiş gibi görünüyor örneğin. Yine de başarılı bir set tasarımı ile oluşturulan Casanova sokağının başarılı görüntüleri ile empresyonist resimleri de çağrıştıran film Wilder-Diamond ikilisinin başarılı iş birliklerinden biri.

(“Sokak Kızı İrma”)