Inhale – Baltasar Kormákur (2010)

“Bu budala sokak çocuğunu mu kurtaralım kızını mı?”

Bir babanın ölmekte olan kızına nakledilecek akciğer bulmak üzere gittiği Meksika’da yaşadıklarının hikâyesi.

Ülkesinde çektiği ilk iki film ile ilgi topladıktan sonra Hollywood’un el attığı İzlandalı yönetmen Baltasar Kormákur’dan eli yüzü düzgün, tempolu ve heyecanlı bir aksiyon dram karışımı. Yerel, sahici ve küçük hikâyeler anlatan yönetmenlerin Amerikan sinemasında ne aradığı, Hollywood’un onlardan ne beklediği derin bir konu ama bu film bolca kullandığı Amerikan sineması klişelerinin yanında faşizan bir yaklaşımın eleştirisine kadar uzanabilecek yaklaşımı ile dünya üzerindeki en çarpıcı sorunlardan birine el atarak ilgi topluyor. Organ ticaretinin boyutu filmin başında ve sonunda verilen istatistiklerle desteklenirken film bir ana akım sineması formatında da olsa konuyu çarpıcı bir şekilde anlatmayı başarıyor.

Konunun büyük bir kısmı Meksika’da geçince elbette sıradan bir günlük alışkanlık olarak rüşvetle iş gören insanlar, yozlaşmanın dibine kadar batmış güvenlik güçleri ve aslında hemen herkesin şu ya da bu gerekçe ile yozlaştığı bir halk, içlerinden biri kahramanımıza elbette yardım edecek olan sokak çocukları, can güvenliğinin olmadığı ve nerede ise mafyanın yönettiği bir şehir gibi klişeler hikâyede yerlerini almışlar. Gerçek hayat bununla ne kadar örtüşüyor bilemem ama tüm bunlar kızı için “cehenneme” yolculuk eden bir babanın dramına fazlası ile heyecan katıyor şüphesiz. Amerikalı bir hukukçunun Meksika’da karşılaştığı ve bir şekilde üstesinden gelmeyi başardığı problemler zaman zaman “Meksika’da bir beyaz kahraman” hikâyesi seyrettiğimizi düşündürtse de bunları bu sinemanın doğasının parçası kabul edip geçmek gerekiyor sanırım.

Hikâyenin en çarpıcı yanı elbette kahramanımızın seçim yapmak ve bu seçiminin sonuçlarına katlanmak durumunda kaldığı an. Kötülerin faşizan yaklaşımına yani muhtemelen zaten bir şekilde kısa sürede ölecek bir sokak çocuğuna karşı yaşarsa genç ve güzel olacak bir kız çocuğunun tercih edilmesinin doğal bulunmasına karşılık, kahramanımızın tercihinin ne olacağı hem yarattığı trajedi boyutu hem de filmin durmayı tercih ettiği dürüstlük noktası açısından önemli. Sonuçta ne olursa olsun yoksulların zenginlerin refahı, varlığı ve işte bazen de burada olduğu gibi sağlığı için bazı yerlerde aleni olarak bazı yerlerde de dolaylı olarak feda edildiği bir dünyayı hatırlatan hikâyesi ile önemli bir film.

Daha önce de Kormákur ile çalışmış olan Óttar Guðnason’un görüntüleri özellikle Meksika bölümlerindeki parlak ışık tercihi ile oldukça başarılı ama zaman zaman bazı karelerin bir İzlanda hikâyesine daha çok yakışacağını düşünebilirsiniz, özellikle de sanki sadece etkileyici olsun diye seçilmiş gibi duran gökyüzü görüntüleri için. Ritmi başarılı, arada rayından çıksa da hikâyesi etkileyici olan, Amerikan sinemasının güzel kadın varsa erotizm de olmalı düşüncesi ile eklenmiş gereksiz sahneleri, Dermot Mulroney’in biraz donuk ama idare eder, Diane Kruger’in ise güzelliğini geçemeyen ortalama oyunu ile tıkır tıkır işleyen bir profesyonel sinema örneği.

(“Nefes Nefese”)

Kings – Tom Collins (2007)

“Ne orada ne de burada evimizde değiliz”

Arkadaşlarının cenazesi için buluşan beş İrlandalı göçmenin yaşadıkları yüzleşmelerin hikâyesi.

1977 yılında yoksulluk ve işsizlik nedeni ile İngiltere’ye göç eden altı arkadaşın otuz yıl sonra içlerinden birinin cenazesi için bir araya gelmelerini anlatan film bir tiyatro oyunundan uyarlanan ve zaman zaman bunu hissettiren, eli yüzü düzgün bir anlatıma sahip ve mutsuz ve kaybetmiş görünen karakterleri ile yenilmişlik duygusunun ağır bastığı bir çalışma.

Hayatta kalabilmek adına vatanlarını terkedip başka bir ülkeye yerleşen ve bir süre sonra ne terk ettikleri ne de yerleştikleri yerde kendilerini evinde hisseden karakterlerin daha çok kişisel hikâyelerine odaklanan film bu göçün ardındaki toplumsal olgulara çok az değiniyor ve sosyal veya siyasi değinmeler de filmde kısıtlı diyaloglar içinde geçiyor sadece. Kişisel dramlar ağır basıyor olsa da göç etmenin ve başka bir yerde birinci sınıf olamamanın sıkıntılarını hissettiriyor film seyirciye. 1977’de yola çıkan ve hep birbirlerini destekleme sözü veren umut dolu altı gençten oluşan grubun zamanla nasıl dağılıp gittiğini, nasıl kişisel korku ve önceliklerin bu sarsılmaz görünen dostluğun önüne geçtiğini acı bir dille aktaran film karakterlerinin kaybettikleri arkadaşlarının trajik tercihinde kendi çaresizliklerinin de payı olduğunu keşfetmelerini anlatıyor film boyunca. Kalmak ve dönmek arasında sıkışıp kalmış, göç ettikleri İngiltere’de inşaatlarda çalışırken kendi elleri ile Londra’yı inşa etmiş ama orada her zaman “İrlandalı” muamelesi görmekten de kurtulamamış bu karakterlerin tek sığınağı nerede ise içki gibi görünüyor. Film dışlanmışlıklarını barlardan atılmaları veya sokakta yatarken polis tarafından kovulmaları gibi sahneler ile sık sık vurguluyor.

Uzun süre sonra bir araya gelen karakterlerin hikâyelerinin doğal gidiş yönü yüzleşmedir elbette ve bu filmde de kahramanlarımız hem kaybettikleri arkadaşları, hem birbirleri ile olan ilişkileri hem de aralarından kendisini kurtarmayı ve zengin olmayı becermiş tek kişi üzerinden ihanet, tutulmayan sözler ve gençliğin sönüp giden güzelliği ile yüzleşiyorlar. Böyle bir yüzleşme elbette hiçbir şey değiştirmeyecek ve herkes kendi hayatına geri dönecektir. Film bu karakterler arasında bir taraf tutmadan ilerliyor gibi görünse de aralarındaki tek zengin karakterin vicdan azabını, her ne kadar parası ile ufak bir jest yaptığını gösterse de, daha çok vurguluyor. Birlikteyken İrlanda dilinde konuşma kararlarına rağmen sık sık İngilizceye kayan ve sonuçta kendisine emanet edilen bir arkadaşını bırakıp giden kişidir o.

Diyalogların doğal olarak ağır bastığı film geçmişin kısa süreli görüntülerinde genellikle yavaşlatılmış çekimler ve grenli görüntüler kullanarak bugünün görüntüleri ile görsel bir kontrast yaratıyor ve o günlerin umudu ile bugün gelinen noktanın birbirlerine ne kadar uzak düştüğünü görsel olarak da aktarmayı başarıyor. Karakterlerin tümünün alkolün eline düşmüş göründüğü filmdeki beş oyuncu tam bir takım çalışması ile rollerinin hakkını vermeyi başarıyorlar.

Sonuç olarak diyalogların ve hikâyenin diğer öğelerden daha öne çıktığı bu film yoksulluğun altını en azından hikâyenin sonunda gelinen noktayı anlatırken çizen ve bireylerin hayatını nasıl savurabileceğini gösteren dürüst yaklaşımı ile önemli bir film. Özellikle bar bölümü ile tiyatro havasını yeterince atamamış İrlandalı klişelerini biraz fazla kullanmış olsa da sinemanın gerçek hayatlara döndüğü ve sayısı gittikçe azalan filmlerden biri olarak ilgiyi hak ediyor.

(“Krallar”)

Mademoiselle Chambon – Stéphane Brizé (2009)

“Sizi düşünüyorum”

Evli bir adamın bir kadına olan yasak aşkının hikâyesi.

Sinemanın, edebiyatın ve aslında tüm sanat dallarının defalarca işlediği bir konuya nasıl yeni bir soluk getirilebilir ve nasıl tam bir alçak gönüllülük içinde muhteşem bir filme imza atılabilir? Bu zor sorunun cevabı işte bu filmde saklı. Tüm yalınlığı ve basitliği içinde çarpıcı bir başarıya sahip bu film.

Başrollerdeki üç ismin de filmin ulaştığı üst düzeyde ciddi katkıları var. Aure Atika eş rolünde doğal ve iz bırakan bir yardımcı oyunculuk örneği sergilerken, Vincent London hayatını derinden sarsan bir aşkı yaşayan sıradan bir adam rolünde yalın oyunculuğu ile karakterinin macerasını sanki yıllardır tanıdığınız birinin yaşadıklarıymışcasına içine girerek izlemenizi sağlıyor. Ve Sandrine Kiberlain: Bir oyuncunun mükemmellikte gidebileceği böylesi noktalar da varmış dedirten, en ufak bir abartı, bir rol yapmışlık havası taşımayan ve özellikle filmin son anlarındaki sessizliği ile derinden sarsan bir performans sergiliyor seyirciye.

Bir romandan uyarlanan senaryo sesini asla yükseltmiyor ve sadece sıradan hayatların yani yeryüzü üzerindeki çoğunluğun içinden çıkıp gelmiş karakterlerinin kendini göstermesine aracılık ediyor. Hiç bir şeyin altını çizmiyor, vurgulamıyor ve tüm yalınlığı içinde işte bu filmde olduğu gibi en iyi senaryonun hikâyenin yürümesini sağlayan ama kendisini hissettirmeyen senaryo olduğunu anlatıyor. Bu başarılı ve mesafeli duruşu anlamak için Meryl Streep’in “The Bridges of Madison County” filminde arabadan inip inmeme tereddüdünü yaşadığı sahne ile bu filmde Kiberlain’in sonlarda sessiz gözyaşları ile arabadan indiği sahne kıyaslanabilir. Birincisi hayli etkileyici ama bize ne hissetmemiz gerektiğini söyleyen buyurgan bir tavra sahipken, ikincisi sanki arabanın arkasında oturan ve o iki insanın tanıdığı bir üçüncü kişi yerine koyuyor sizi; mahrem bir ana sessizce tanıklık eden ve belki de orada olmaktan rahatsız olan bir üçüncü kişi. Hikâyenin kahramanları herkes gibi sıradan insanlar. Amerikan sinemasının birtakım olağanüstü özellikler, kendilerine özenilmesini sağlayacak zenginlikler, güzellikler veya yetenekler ile, kısacası yapaylıklar ile donattığı o plastik karakterlerden değil hiçbiri. İnşaat işinde çalışan bir adam, fabrikada çalışan karısı ve bir ilkokul öğretmeni biçimlerindeki bu karakterler, ana akım sinemanın ihmal ettiği hatta açıkça yok saydığı gerçek insanlardan üçü sadece. Aşkın sadece “büyük” insanlar arasında yaşanabileceği algısını yaratmayı hedeflemiş gibi görünen tüm o yapay karakterlere inat, bu üç insan nefes alıyor.

Stéphane Brizé’nin ustalıklı bir dille anlattığı hikâye erkek kahramanımızı işini yaparken gösterdiği sahnelerle emeğe ve emekçiye saygısını çekinmeden sergiliyor. Sinemanın unutturmaya çalışmasına inat gerçek insani değerlerin nerede saklı olduğunu, tüketen değil üreten insan görüntülerine odaklanarak hatırlatıyor bize ve bu sahneler bir yandan da adamın aşık olduğu öğretmenin sanat, müzik ve kitaplar ile çevrili dünyasına bir kontrast oluşturuyor belki de. Bu farklı gibi görünen iki dünyaya sahip insan arasında oluşan aşkın karşılaştığı engel bu farklılık değil bence. Buradaki engel çok daha kurumsal bir engel olsa gerek.

Dürüst bir hikâyeyi dürüst bir biçimde anlatan, son dakikaları ile etkileyiciliğinin doruğuna çıkan, orijinal müziği ve özellikle Elgar ve von Vecsey’den seçilmiş eserleri ile yürek burkan bir film. Son jeneriklerinde 60’lı yılların ünlü Fransız şarkıcısı Barbara’nın seslendirdiği “Quel Joli Temps” ile kapanışını da muhteşem yapan bu film aşk, sorumluluk, cesaret, denemek, tesadüf ve yitirmek üzerine mükemmel bir çalışma. Sinemada unuttuğumuz türden, gerçek hayatlar üzerine bir başyapıt. Bittiğinde sevdiğiniz bir dostunuzdan ebediyen ayrılmış gibi hissedeceğiniz o sıcak, hakiki filmlerden.

(“Matmazel Chambon”)

Drag Me to Hell – Sam Raimi (2009)

“Ben sana yalvardım ve sen beni utandırdın”

Yaşlı bir kadının lanetine uğrayan bir genç kızın kendisine musallat olan kötü ruhtan kurtulma mücadelesinin hikâyesi.

Şeytanlı, büyülü, korkunç ruhlarla dolu korku filmlerine bir örnek. Hikâyesi veya artistik yönleri ile bu türün belli başlıları arasında yer alacak bir film değil belki ama yönetmen Sam Raimi’nin bu temiz bir dille çekilmiş çalışması türün tüm gereklerini yerine getiren, bazı anlarda gerilim yaratmayı başaran ama sık sık da özellikle ağızdan çıkan her renkteki sıvılar ile mideleri de kaldırabilecek bir havaya sahip.

Kara büyüler, lanetler için filmlerde sık kullanılan bazı klişeler burada da mevcut. Örneğin eski zamanlarda yazılmış ve korkunç illüstrasyonlar ile dolu kitaplar. Genellikle bir büyüyü ve ondan kurtulma yolunu araştırmak için kullanılan bu kitaplar kötülüğün ebedi yanından çok ezeli yanına işaret ediyor olsa gerek; kötülüğün ebedi yanının zaten ret edilemeyecek bir gerçek olduğu açık nasıl olsa. Bu filmde de doğaüstü varlıklara inanmayan ve dalgasını geçen bir bilim adamımız mevcut. İmana gelip nihayet inanması ise finalde bir şekilde kendisinin aracı olduğu trajik son ile oluyor ancak. Bir şekilde Batılılara metafiziği çağrıştıran Çingeneler ve Hintliler de yerlerini almışlar.

Efektlerin başarılı ama biraz fazla djital bir hava taşıdığı filmin dozunu iyi ayarlayamadığı sahneler de var. Örneğin genç kadın ile yaşlı kadının araba içinde ve etrafında geçen kavga sahnesi bir türlü bitmek bilmeyerek hani nerede ise “The Party” filminde Peter Sellers’ın olağanüstü “bir türlü ölememe” sahnesini akla getiriyor. Kötü ruhu ortadan kaldırmak için düzenlenen seans da güldürme ile korkutma arasındaki bazen hayli belirsiz olan bir çizgide ilerliyor. Oyunculukların genelde vasat bir hava taşıdığı filmde yaşlı kadını canlandıran Lorna Raver’ın abartılı makyajı ve başına (daha doğrusu yüzüne) gelenler midenizi bozabilir, aman dikkat.

Ruhlar, mezarlık, ceset, ağızdan çıkan her türlü sıvı, rüzgarda uçuşan yapraklar ve hareket eden eşyaların bekleneceği gibi kendini gösterdiği film sonuç olarak türün meraklılarını tatmin edecek bir çalışma ve kendisini hissettirse de sürpriz sayılabilecek finalinde olduğu gibi bazı anlarında çarpıcı bir etkiye de sahip. Yine de Sam Raimi’nin “The Simple Plan” filmi adı gibi basitliği ile benim için onun en iyi filmi olmaya devam ediyor. Bu tür gerçekçi gerilim filmleri benim için daha korkutucu gerçek hayata yakınlığı ile.

Tüm bu kötü ruhların sömürü düzeninin küçük bir üyesi olan genç kadının yerine, yaşlı kadının evsiz kalmasına neden olan asıl büyüklerine neden musallat olmadığını anlamam hiçbir zaman. O zaman çok daha köklü bir çözüm olur ve bu filmde olduğu gibi küçük insanlar ayakta kalabilmek için kötülüğe sapmazlardı. Belki de bu büyüklerden kötü ruhlarımız bile korkuyordur, kim bilir?

(“Kara Büyü”)