1981 – Ricardo Trogi (2009)

“Yalancıysan öteki yalancıları hemen tanırsın. Özellikle de yeni başlayanları”

Yönetmenin Québec’te geçen 11 yaşındaki günlerinin hikâyesi.

“Hatırlıyorum” tarzındaki nostaljik, sevimli ve “ama yine de ne güzel günlerdi onlar” filmlerinden biri karşımızdaki. Yönetmenin kendi sesi ile dış ses olarak sık sık müdahil olduğu hikâye bu tarzı ile “Everbody Hates Chris” adlı televizyon dizisini de hatırlatıyor. Tıpkı orada olduğu gibi bu filmde de iyi yürekli, saf, eğlenceli ve gürültülü bir aile söz konusu. Zaman zaman bir sinema filminden çok küçük skeçler halinde seyreden film bir büyüme ve büyüme sancılarının hikâyesi özet olarak.

Bu tür filmlerin en temel dayanağı karakterlerinin çekicilik seviyesidir. Bu film de bu alanda başarılı bir noktada duruyor ve hem baş kahramanımız olan çocuk hem de anne ve baba seyreden için yeterince keyifli malzeme sunuyor. Senaryo hem bu karakterlere sağladığı imkânlar ile hem de dozunda tutulmuş “fanteziler” ile genelde hikâyenin daha doğrusu skeçlerin yumuşak ve kolay/keyifli bir akışa sahip olmasına fırsat veriyor. Herkesin çocukluğu ile özdeşleştirebileceği ilk aşk, küçük yalanlar ve arkadaşlarının yanında aileden/babanın işinden utanma gibi sahneleri de barındıran film seyirciyi zaman zaman yüreğinden yakalayan anlara da sahip. Örneğin özür dileme sahnesi ve çocukların sıra ile sırlarını ortaya döktükleri (ama elbette yine bir şeyleri kendilerine sakladıkları) bölüm gerçekten ustalıkla kotarılmış bir şekilde sergileniyor.

Tüm oyuncu kadrosunun keyif alan ve keyif veren bir oyun sergiledikleri filmde özellikle baba ve anne rolündeki Claudio Colangelo ve Sandrine Bisson çok başarılılar. Kahramanımızın da dahil olduğu dört çocuğun oluşturduğu çete ise özellikle erkek seyircilerin gözlerini yaşartacak bir arkadaşlık ve paylaşım içinde gerçekten eğlenceliler. Tüm ana kadroyu bir araya getiren harika “yatak” sahnesi ise şık bir kapanış sağlıyor filme.

Keyifli diyalogları, müziği, modası, kıyafetleri ve Walkman, Casio saat gibi o günler için olağanüstü buluşları ile 80’lerin şık bir nostaljisini içeren yapısı ile eğlenceli bir film. Bazen sinemadan çok televizyon filmi havası taşıyan yapısı kalıcılığını olumsuz olarak etkilese ve yönetmen hatırladıklarını peş peşe dizmiş havası olsa da gülümseten ve bir walkman’e bakıp iç geçirilen sahnede olduğu gibi nostaljisi ile hüzünlendiren bir eser.

The King – James Marsh (2005)

“Keşke bir odada duran bir sandalye olsaydım”

Hiç tanımadığı babasını görmek için Texas’a gelen bir gencin babasının yeni ailesinin parçası olmaya çalışmasının sonuçlarının hikâyesi.

Ret edilmenin yaratabileceği korkunç trajedileri anlatmaya soyunan bir film bu. Filmin anlattıklarına seyircisini hazırlamayan ve bu nedenle onu hazırlıksız yakalayarak hem şok etkisi yaratan hem de anlamsızlığa savurma riski taşıyan bir anlatımı ve hangi ruh hali ve hangi beklentiler ile seyrettiğinize bağlı olarak gidebileceğiniz bu iki nokta arasında da çok ince bir çizgi var.

Filme lakabını armağan eden Elvis’i Gael García Bernal abartıya müsait bir rolde ama ustalıkla abartıdan kaçınarak ve aksine alçak tonda bir tarz ile canlandırıyor. Bu seçimi ile de filme hem sevimliliğini hem de filmin üzerine dayandığı “şeytanın cazibesini” armağan ediyor. Onun film boyunca tüm yaptıklarının nedenlerini filmin afişindeki gibi şeytana bağlamak veya ret edilen bir insanın intikamı olarak yaklaşmak mümkün ama sanırım senaryo dini motiflerle örülü bir ailenin reisinin geçmişindeki günahlarından “Hristiyanlığa dönerek” sıyrıldığına inanma kolaycılığına filmin sonundaki “Tanrı’nın affına sığınan günahkâr genç” ironisi ile karşılık veriyor. Bu af isteği bir başka açıdan, babasına yaklaşmak isteyen gencin ona en sevdiği rolü, Tanrı’nın affına aracılık rolünü, üstlenme imkânı vermesi olarak da görülebilir.

Amerika’da yaygın olan vaizlerden biri olarak kendi kilisesini kuran baba üzerinden film dinsel kavramlara eleştirel yaklaşıyor ama bu eleştiriler doğrudan bir biçimde değil daha çok olayların akışı üzerinden getiriliyor; yaratılış teorileri tartışması, tutuculuk, günah işleme-af dileme gibi konular hikâyenin bir parçası olarak yer alıyor filmde sadece. Etrafı sonradan şiddet ile sarmalanacak olan babanın da içinde bulunduğu av sahnesi ve hemen sonrası belki doğrudan eleştiri olarak görülebilecek tek bölüm. “Şeytanın” bu dışarıdan dört dörtlük görünen aile üzerindeki yıkıcı etkisi de bu nedenle daha da çarpıcı bir hal alıyor.

Hem gösterdiği hem göstermediği şiddet sahneleri ile hem de özellikle su kenarındaki ilk flört sahnesi gibi bölümleri ile zaman zaman hayli üst noktalara çıkan filmin sonuç olarak hem en güçlü hem de tek zayıf yanı “şaşırtması” seyredeni. Elvis’in gerçeği bildiği halde kızla ilişkiye girme çabasındaki şeytanlığı bu gerçeği dengeleyecek şekilde yumuşak ve çekici bir atmosfer içinde anlatması nerede ise seyirciyi de ters köşeye yatıran bir yaklaşım. Film elini en net ve hatta ilk cinayet sahnesinden de daha fazla bir şekilde sonlardaki pencereden bakan görüntüsü ile Elvis’i nerede ise şeytan gibi resimleyerek belli ediyor. Sonuç olarak bu soğukkanlı katil hikâyesi kimi eksik yanları olsa da soğukkanlı ama başarılı bir anlatımı olan, altını çizmeden gösterdikleri ile etkilemeyi başaran ve şaşırtıcı bir şekilde katil ve kurbanlara aynı mesafede durmanıza neden olabilecek bir film. Aileye sızma hikâyesi ile “Ripley” karakterini de hatırlatan bu genç adam için de üzüleceksiniz.

(“Kral”)

Persécution – Patrice Chéreau (2009)

“Korkmadan sevemiyorum”

Kız arkadaşı ile inişli çıkışlı bir ilişkisi olan genç bir adamın peşini bırakmayan ve kendisine tutku ile bağlanan bir adamla karşılaşması ile başlayan olayların hikâyesi.

Bir adamın taciz edilmesinin kendisinin taciz ederek yıprattığı ilişkisi ile birlikte anlatılması parlak bir fikir ama film bu fikrini nereye kadar taşıyabiliyor, orası tartışmalı. Romain Duris’nin parlak bir oyun verdiği filmde, oyuncu filmin tam merkezinde. Sürekli konuşuyor, hareket ediyor, ağlıyor, kızıyor, korkuyor, rahatsız oluyor, rahatsız ediyor vs. Tüm bunları sanki bir doğaçlama oyun verircesine ve zaman zaman vahşi bir doğallık içinde aktarıyor seyredene. Özellikle sık sık karşımıza gelen mutsuz ve kızgın (ve aslında kısmen korkan) bakışları filme egemen oluyor sürekli. Filmin senaryodan kaynaklanan temel sıkıntısı da işte onun ve tacizcisinin karakterlerinin nasıl çizildiğinde yatıyor. Yeterince işlenmemiş olan bu karakterler filmi takip etmeyi de zorlaştırıyor açıkçası. Oysa aynı senaryonun bazı bölümleri ve özellikle ayrılma sahnesi başta olmak üzere ikinci yarısı zaman zaman çok parlak anlara sahip. Burada filmin övgüyü hak eden ve yürek burkan finalinden de söz etmek gerek. Ayrılma sahnesi ise diyalogları, çekimi ve oyunculukları ile gerçekten çok etkileyici.

Etkileyici bir sahnede kalabalık bir barda arkadaşının sırlarını aralıksız konuşarak ortaya döken kahramanımızın kendi tacizi ile taciz edilmesi çelişkisinin yeterince altının çizil(e)mediği film, sonradan bu tacizciyi dert dinleyen bir adama dönüştürerek eksik kalan vurguyu iyice zayıflatıyor. “İnsanları bırakamayan” bir adamın gereksiz sorgulamaları ile yitirmekte olduğu bir ilişkisinin hikâyesi olan filmin aslında daha başarılı olsaydı nereye gidebileceğini en iyi gösteren, filmin sonunda Antony and the Johnsons yorumu ile dinlediğimiz “Mysteries of Love” şarkısı. Bir şarkıyı yeniden yorumlarken nasıl ona yeni bir hayat verilebileceğini çok iyi gösteren bu yorum içerdiği gizem, kırılganlık ve hüzün ile filmin hedeflediği noktayı çok iyi işaret ediyor.

Yarı yolda kalmış gibi olsa da hedeflediği nokta ve Duris’nin parlak oyunculuğu ile dikkati çeken, ve sabırsızlık, güvensizlik ve anlamsız sorgulama sonucu kaybedilebilecekleri yüzümüze çarpan ve kimi problemlerine rağmen etkileyici bir film sonuç olarak.

(“Zulüm”)

Akiresu to Kame – Takeshi Kitano (2008)

“Ne kadar çok gizem olursa, tablonun değeri o kadar yüksek olur”

Tüm hayatını ressam olmaya adayan ama tek bir resim bile satamayan bir adamın hikâyesi.

Zeno’nun paradoksu olarak da bilinen ve hızlı bir koşucunun yarışa kendisinden önce başlayan bir kaplumbağayı neden asla geçemeyeceğini anlatan hikâyenin açıklamalı bir animasyonu ile başlayan film bu başlangıç sahnesi ile hem kahramanımızın asla kazanamayacağı bir mücadeleyi (ilk hedefe ulaşsa da hedefin hep bir parça daha ileri gitmiş olması nedeni ile) baştan özetlemiş oluyor hem de filmin parlak görselliğinin ilk işaretlerini veriyor.

Zaman zaman komedi zaman zamansa bir trajediyi anlatır gibi görünen filmi belki bir kara mizah örneği olarak nitelemek mümkün. Babasının zenginliği ve gücü nedeni ile herkesin sanatçılığını teşvik ettiği bir çocuğun arkasındaki bu gücü yitirdiğinde girdiği/itildiği yoldan artık geri dönememesi ve tüm yeteneğine ve denemelerine rağmen “başaramamasını” anlatan film komedi ağırlıklı gibi görünse de yansıttığı onca trajedi ile filme bu açıdan yaklaşmayı bazen zorlayan bir yapıya sahip. Kimi zamanlar sadece trajediye veya sadece komediye odaklanılsa daha iyi olurdu diye düşündürtse de yapılan seçim belki de filme mesafeli yaklaşılmasını sağlayarak ayrı bir güce sahip olmuyor da değil.

Filmin ironisi de hayli güçlü; filmin başındaki sanatçı ve hamisi ilişkisinde güçlü olan hami iken filmin ikinci yarısında, ilk yarıdaki sanatçının oğlu eksper rolünde sanatçı olmaya çalışan haminin oğlunu kelimenin tam anlamı ile süründürüyor ve onunla oynuyor. Sanat dünyasında sanatçıyı üne kavuşturacak ve onu başarılı kılacak unsurların ne olduğu konusunda, sanatçı olamayanların (daha doğrusu sanat dünyasında yer edinemeyenlerin) perişanlığı ve sanatta farklı arayışlar ve daha önce yapılmamışları deneme üzerine oldukça eğlenceli bir bakışı var filmin. Etrafında olan biten tüm trajedilere rağmen resim yapmaktan ve resim yapmayı sevmekten vazgeçmeyen adamın tüm denemeleri filme oldukça etkileyici bir görsellik katmış ve film bu görselliğin sık sık tadını da çıkarıyor. Örneğin bir kan damlası ile başlayan ve tüm görüntünün kırmızıya boyandığı sahne gerçek bir ustalık ile çekilmiş. Benzer şekilde, sanat okulu öğrencilerinin klasik yaratım sürecinin dışındaki tüm denemeleri de hem eğlendiriyor hem de filme rengarenk bir hava katıyor.

Sanat büyük bir aldatmaca mıdır, sanatı sanat yapan nedir ve daha temel olarak sanat nedir soruları üzerinde düşünülmesini de sağlayacak, bir insanın tutkusunun peşinde gitmekte sınır tanımayabileceğini gösteren ve başarıyı kimin tespit ettiği üzerine derin bir sorgu ve beraberinde hüzne neden olabilecek filmdeki vefalı eş portresi ise tek bir cümleyi hak ediyor: Tanrı herkese böyle bir eş nasip etsin!

(“Achilles and the Tortoise” – “Akileus ve Kaplumbağa”)