The Fugitive Kind – Sidney Lumet (1960)

“Bizler yalnız bedenlerimiz içindeki birer tutsağız ve sonsuza kadar öyle kalacağız.”

Bir kasabaya gelen bir yabancının iki kadınla olan yakınlaşması ve bu yakınlaşmanın başlattığı olayların ve ortaya çıkardığı sırların hikâyesi.

Tennessee Williams’ın “Orpheus Descending” adlı oyunundan uyarlanan film Marlon Brando, Joanne Woodward ve Anna Magnani’nin etkileyici portreler çizdiği ve zaman zaman tiyatro havasından kurtulamamış olsa da ve belki de özellikle tam da bu nedenle oyunculukların daha da çarpıcı bir havaya büründüğü bir çalışma. Brando karizmasını tüm muhteşemliği ile birlikte sergiliyor bu filmde ve başka bir ağızdan çıktığında eğreti ve yapay durabilecek sözler onun tarafından seslendirildiğinde doğal geliyor seyredene. Oyuncu büründüğü kişiliğe aynı anda hem bir mesafe ile yaklaşmış hem de gerektiği kadar içine girebilmiş rolünün. Magnani sevgiye aç ve kaybetmiş kadın rolünde, Woodward ise sevginin peşinde koşan ve kendisini “Farkedilmek, görülmek ve duyulmak” sözleri ile birlikte teşhirci olarak adlandıran genç kız rolünde zaman zaman tiyatro havası da taşıyan bir içerik ile başarılı oyunculuklar gösteriyorlar. Genel olarak filmin özellikle bazı sahnelerinde kendini gösteren tiyatro sahnesi havası sanki yönetmenin bilinçli bir seçimi gibi duruyor çünkü örneğin Brando’nun seyirciye yüzünü dönüşü ile başlayan sahnede sanki sahnenin yanan ışıkları ile birlikte “işte oyun başlıyor” gibi hissediyorsunuz. Benzer şekilde özellikle dükkanın içinde geçen sahnelerde “oyuncu sağdan sahneye girer ve konuşmaya başlar” havasını almanız mümkün.

Oyunun orijinal isminin daha çok yakıştığı bir film karşımızdaki. Sanatçı kişiliği ve finalde uzaklaşması gerekirken dönüp geriye bakması nedeni ile Orfeus’u ve geldiği kasabada gök yüzünden insanların arasına inen bir Tanrı gibi dolaşması ile onun hikâyesini hatırlatıyor çünkü.

Williams’ın oyunundan uyarlanan bir filmde elbette karakterlerlerin kendi içlerinde ve birbirleri ile olan ilişkilerinde bir cinsel gerilim havasını, yaşanamayan ve tatmin edilemeyen arzuların neden olduğu gerginliği ve yok olmayı sezmek beklenir. Bu filmde de özellikle Magnani ve Woodward, yaşadıkları kasabanın ırkçı ve tutucu havasının daha da artırdığı bir mutsuzluğun kurbanı olarak yaşamaya çalışıyorlar. Finaldeki yangın sahnesinde dükkana gelen kasabalıların yangını söndürmek için değil de adeta erkek ve kadının kurmaya çalıştığı dünyayı yıkmak için orada olduklarını anlatan kurgusu ile tutuculukların ve bunun neden olduğu bastırılmış duyguların sonucunu da aktarıyor bize film.

Brando’nun zaman zaman bıyık altından gülen bir tavırla ve “güzelliğinin” bilincinde olan bir yaklaşımla oynaması, arada tirat havasına bürünse de etkileyici ama uzun diyalogları, rolü ile bütünleşen oyuncuları ve tiyatro ile sinema arasında çizdiği bir ince çizginin her iki yanına da geçen tavrı ile Amerikan sinemasından etkileyici bir örnek. “Cat on a Hot Tin Roof” veya “A Streetcar Named Desire” kadar etkili bir Tennessee Williams uyarlaması değil belki ama bir çekiciliği olduğu inkâr edilemeyecek bir çalışma yine de. Sadece Brando’nun hem filmin göbeğinde hem de orada değilmiş havasını aynı anda verebildiği garip oyunu için bile görmeye değer. Bir de filmde kısacık bir sahnede anlatılan yarım kalmış aşk hikâyesi için.

(“Gizemli Yabancı”)

Le Pacte du Silence – Graham Guit (2003)

“Canavar mı dediniz, ben sadece bir kadın görüyorum”

Bir doktor rahibin cinayetten hapishanede yatan bir kadını anlama ve karşısına çıkan sırları çözme hikâyesi.

Tek yumurta ikizleri sinemada “Vertigo”, “Dead Ringers” ve “Adaptation” gibi örnekleri olan ve eğer komedi kategorisinde değilse genellikle bu durumun bir gerilim, çekişme, bağlılık vb. kavramlar ile birlikte ele alındığı bir biyolojik durum. Bu filmde de gerilimin, sırların kaynağında bu durum var ve dolayısı ile kimin kim olduğu, kimin ne yaptığı sorularının gizemli cevaplarının yanında ikizlerin birlikte hastalanması gibi her zaman ilginç olabilen özellikler bolca kullanılarak bir atmosfer yaratılmaya çalışılmış.

Biri hapiste diğeri bir Katolik Karmelit kilisesinde olan ve bir anlamda ikisi de kapalı kapılar ardında olan ikizlerin geçmişte onları ayıran sırları filmin ortalarında ortaya çıkarken, asıl gerçeğin ne olduğu filmin sonlarında beliriyor ve senaryosu sık sık aksasa da film özellikle bu gerçeğin keşfi sırasında ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor. Aralıksız film çeken ve bu açıdan 60’lı yılların Türk sinemasının yıldızlarını hatırlatan Gerard Depardieu (2003’te bu filmle birlikte toplam sekiz filmde rol almış) oldukça vasat ve donuk bir oyun sergiliyor film boyunca. Ne rolündeki din adamı ağırlığını ne de ne zaman ve nasıl oluştuğunu anlayamadığımız tutkuyu seyredene geçiremiyor. Élodie Bouchez ise filmin asıl ağırlığını taşıyan ve Depardieu’nün yanında en azından idare eder bir görüntü veren bir isim olmuş.

Vaat ettiği gerilimi taşıyamayan ve sık sık seyircinin sunulan malzemeleri kendisinin bir araya getirmesini bekler gibi görünen, olay örgüsünün zaman zaman inandırıcılıktan uzaklaştığı ve son bölümü ile “Vertigo” filminden ilham almışa benzeyen film öncelikle katıksız gerilim filmi hayranları için. Son karelerindeki ikiz çocuk sahibi yeni aile görüntüsü ile devamım gelecek diyen bir korku filmi gibi gereksiz bir sonu da olan film yeterince sarsmayan ve zaman zaman gereksiz ağırlaşan yapısı ile harcanmış bir fırsat gibi görünüyor. Yine de filmin bazı bölümlerindeki tuhaf çekiciliği de kabul etmek gerek.

(“The Pact of Silence” – “Sessizlik Yemini”)

Norteado – Rigoberto Pérezcano (2009)

“Gittiğin zaman, sınırı geçtiğin an cehenneme kadar yolun var”

Kaçak olarak Amerika’ya girmenin yollarını arayan bir Meksikalının sınır kasabasındaki günlerinin hikâyesi.

İlk uzun metrajlı filminde yönetmen Rigoberto Pérezcano daha iyi bir hayatın peşinde koşan bir adamın hikâyesini sakin bir tonda ve alçak gönüllü bir sinema dili ile aktarıyor. Başroldeki Harold Torres başta olmak üzere tüm oyuncuların sade oyunculukları da filmin bu tonuna katkıda bulunmuş. Özellikle Torres bu sadeliğin içinden mimikleri ve vücut dili ile film boyunca hem hüznünü hem sevimliliğini başarı ile konuşturuyor ve filmin sonundaki sonu belirsiz trajikomik denemesine bizi ortak etmeyi başarıyor.

Yönetmen bu gitmek/kalmak ikilemi hikâyesini genellikle belgesel tadında ve kameranın varlığını seyredene farkettirmeden anlatırken aradaki küçük görsel çalışmaları filme hem nefes aldırıyor hem de filmin çekiciliğini artırıyor. Örneğin kahramanımızın iki kadınla olan “yakınlaşma” sahnelerinin ardından birlikte kameranın karşısında fotoğraf çektirir gibi verdiği pozlar ve zaman zaman karşımıza çıkan çöl sahnelerindeki yakıcı ve parlak beyazlık filmin görsel açıdan dikkat çekici anlarını oluşturuyor. Benzer şekilde, geçici kamptan kaçma sahnesi de görsel yanı ve müziğin kullanım biçimi ile güncel sanatın video çalışmalarının taşıdığına benzer bir abzürtlük içinde filme mizah duygusunun yedirilmesine yardımcı olmuş. Kaçakların her yakalandıklarında getirildikleri binada onları karşılayan Bush ve Arnold Schwarzenegger portreleri, bir yandan gitmeye çalıştıkları ülkenin aslında kimler tarafından yönetildiğini vurgulayarak, bir yandan da o “büyük” isimler karşısında ne kadar “küçük” olduklarını gösterek bu az konuşmalı filmin görsel diline katkıda bulunuyor.

Gitmek ve gidenler kadar, kalmak ve kalanlar üzerine de bir söylemi olan film, mutluluk girişimlerinin aslında bir yandan da mutsuzlukları yaratan bir araç olduğunu söylüyor bize. Kahramanımıza kalması durumunda vaat edilen küçük mutlulukların yanında yer tutar gibi görünen senaryo seyredene mutluluğun ve peşinde koşulmaya değenin ne olduğu sorularını sordurtmayı başarıyor. Sonuçta sürüklenen küçük insanlardan birinin hikâyesi bu. Bir tarafta sonsuz bir uzunluğa sahip gibi görünen bir yüksek setin dışarıya karşı koruduğu bir “rüya ülkesi”, diğer tarafta insanca yaşamanın ve ayakta kalmanın zor olduğu, ekonomik sıkıntının insanları ezdiği bir “vatan”. Film alt perdeden bir sesle de olsa ve özellikle zaman zaman gösterdiği dayanışma içindeki küçük insanları ile ikincisini işaret ediyor gibi. Sıcak, samimi, sorgulayan ve üstü örtülü bir hınzırlığı olan başarılı bir ilk film.

(“Northless” – “Kuzeysiz”)

Die Päpstin – Sönke Wortmann (2009)

“Bize aklımızı bahşeden Tanrı ise, akıl bizi ondan uzaklaştırır mı hiç?”

9. yüzyılda erkek kılığına girerek papalığa kadar yükselen bir kadının hikâyesi.

Batı sanatında üzerine epey roman ve oyun yazılmış, ve filme çekilmiş bir tarihsel figürün bu klasik biyografi formatında anlatılmış olan hikâyesi sinemasal açıdan çok önemli olmasa da özellikle din/tarih meraklıları ve tarihi anlatan filmlerden hoşlananlar için keyifli bir seyirlik olabilir. Katolikler için papalık tarihindeki en büyük skandallardan birini karşımıza getiren filmde görüntü yönetimi, kostümler, dekorlar vs yerli yerinde ama film hikâyenin hak ettiği karşılığı tam veremiyor gibi görünüyor.

Bir dış sesin anlatımı ile başlayan ve bu sesin film boyunca gereksiz bir şekilde sık sık hikâyeyi “işte sonra bu nedenle böyle oldu” diye açıkladığı film sonunda bu dış sesin sahibine kavuşarak bitse de bu tercihi ile yönetmen filmin akışını aksatmış. Fazlası ile düz bir anlatıma sahip olan filmin olay örgüsünün gerçekler ile ne kadar örtüştüğü tartışmalıdır muhtemelen ama bundan bağımsız olarak “kötü niyetli” bir bakışa çağrıştırabileceği çok şey var; okumanın/öğrenme hakkının sadece erkeklere tanındığı bir dünyada bir kadının erkek kılığına girmesi ve bunu bir dinsel ortamda anlatması ile “Yentl” filmini, yakışıklı kont ile yaşadığı aşkla Woody Allen-Soon Yi Previn evliliğini ve kariyer/evlilik ikilemi ile tüm kadınların sorununu hatırlamak mümkün film boyunca. Bu fanteziler bir yana, kadınların öğrenmesinin/düşünmesinin yasak olduğu bir dünyada bir kadının aşık, feminist ve papa olma süreçlerini derinlemesine olmasa da ele alması ve konusuna liberal bir kilise tarafından sponsorluğu üstlenilmiş gibi görünen saygılı yaklaşımı ve orta çağın dehşetini zaman zaman etkileyici görüntüler eşliğinde sunması ile ilgi toplayabilir. Klasik sinemanın biyografilerine düşkün olanlar ve mucizeleri sevenler için.

(“Pope Joan” – “Papa Joan”)