Kelly’s Heroes – Brian G. Hutton (1970)

“Hepimiz deliyiz. Yoksa burada olmazdık”

İkinci dünya savaşında bir grup Amerikalı askerin nazi altınlarının peşine düşmesinin hikâyesi.

Açılış sahnesi ile farklı ve eğlenceli bir film olacağını belli eden ve bunu kısmen de olsa başaran bir film. Birleşik Devletler’den gelen bir ikinci dünya savaşı filminde Almanların kötü/aciz/zayıf olması olması normaldir ki burada zayıflıkları ağır basıyor ve Fransızların kurtarılmayı bekleyen pasif insanlar olması beklenir ki tam da öyleler. Özgüveni yüksek Amerikalı askerler savaşıyor, eğleniyor, başarıyor türünden bir hikâye karşımızdaki. Zengin bir kadronun içinde özellikle eksantrik tank komutanı rolünde Donald Sutherland ve Big Joe rolünde Telly Savalas dikkat çekerken, Clint Eastwood tüm 70’ler boyunca oynadığı “cool” tipi burada da sergiliyor ve ister savaşın ortasında bir asker ister San Fransisco’da bir dedektif rolünde olsun tarzında en ufak bir farklılık göstermeden aynı kişiyi oynuyor.

Savaş, aksiyon, komedi, soygun türlerinin her birine bir şekilde uğrayan filmde soygun tarafı ağır basarken, bazı belli sahneler dışında komedi ögeleri yeterince güçlü değil ve gücünü kahramanlarının birbirinden farklı karakterlerinden almaya çalışıyor. Komedinin en güçlü olduğu sahne gerek müziği ve gerekse çekimleri ve özellikle Clint Eastwood’un varlığı ile “The Good, the Bad and the Ugly” filmine gönderme yapılan Alman tankçısı ile yüzleşme bölümü. Film için bestelediği güzel şarkılar ve bu kovboy parodisi sahnesinde Morricone’nin müziği üzerinde oynayarak yaptığı yorumla Lalo Schifrin filmin en başarılı isimlerinden biri. Her ne kadar savaş içinde geçen bir hikâyesi olsa da savaşla ilgili görkemli görüntülere sahip olmamayı tercih eden film, sonuçta gücünü oyuncularından ve aksiyon/komedi karışımından almaya karar vermiş görünüyor.

Savaşın içindeki saçma eğlenceye odaklandığı kadar, savaşın saçma dehşetine de vurgu yapsa daha etkileyici bir film olabilirdi şüphesiz ama filmin böyle bir derdinin olmadığı çok açık. Bu durumda tüm o öldürülen Almanların, adına savaş denen cinayetin kılıfı olan “vatanperverlik” gibi kutsallık atfedilen bir kavram için değil de altın külçeleri için yok ediliyor olmasını ve bu sırada bonus olarak o bölgenin Almanların elinden alınmasını bir komedi unsuru olarak kullanmanın etik açıdan doğruluğu da tartışılır. Düşman bu kadar “savunması zor” bir taraf olunca her şey mübah da denebilir elbette.

Negatif/pozitif enerji kavramlarının ve “Secret” türü saçmalıkların pek de yeni olmadığını görüp buna rağmen hâlâ nasıl üzeri parlatılarak pazarlanabildiğine şaşırmak, savaşı bir kenara koyup aksiyon/komedi içinde eğlenmek, paranın üzerinde herhangi bir değer olmadığına bir kez daha şahit olmak ve Eastwood’un aynı oyunu onlarca filmde birbirinden farklı karakter için nasıl sergileyebildiğine şaşırmak için. Eğlenceli, hareketli ama politik açıdan yanlış bir noktada duran bir film.

(“Çılgın Savaşçılar”)

Qui a Tué Bambi? – Gilles Marchand (2003)

“Bambi! Annen geri dönmeyecek”

Bir hastanede stajyer hemşirelik yapan bir genç kızın sapık bir doktor ile mücadelesinin hikâyesi.

Beyaz ve stilize bir iç tasarımı olan ve garip mimarisi ile de dikkat çeken soğuk bir hastane mekânında geçen film, bu öğelerini filmin odak noktası olan gerilime katkıda bulunacak şekilde başarı ile kullanan ama bunun dışında ve özellikle gerilim alanında amaçladığı etkileyiciliğin zaman zaman gerisine düşen bir çalışma olmuş. Başroldeki Sophie Quinton’un dikkat çekici yüz çizgilerinin ve oyunculuğunun katkıda bulunduğu filmde temel eksik sanırım yavaş ve gizemli bir tonda akma tercihinin altını iyi dolduramaması ve gereğinden fazla uzun tutulan süresi ile zaman zaman monotonluğa kayması.

Korku/gerilim hikâyelerinin ortak paydası olan “şişmanın mutlaka ölmesi” ve “kötü adamın varlığına inanmayanın mutlaka ölmesi” klişeleri burada da yerini almış. Bu ve benzeri kilişeler bir yana bırakılırsa filmin başardığı noktalar da var. Partideki evet/hayır oyunu içerdiği üstü örtülü erotizm ve Quinton ve Laurent Lucas’ın oyunculukları ile seyredeni etkileyen ve oldukça başarılı bir şekilde kotarılan bir sahne. Benzer şekilde “Bambi” metaforu da, bence tüm sinema tarihinin en acımasız çizgi filmlerinden biri olan Walt Disney filmine verilen referans ile hikâyeye ustalıkla yedirilmiş.

Müziğin atmosferin oluşumuna katkıda bulunduğu, daha kısa sürede anlatılsa hedeflediği gerilim seviyesine çok daha kolay erişebilecek bir hikâyesi olan, soğuk ve hijyen hastane ortamında gerilimin dozunun nasıl artabileceğini ve romantizmin ne kadar ayrıksı kalabileceğini göstermesi ile de ilgiyi hak eden bir film sonuçta. Özellikle küçükken Bambi’yi seyredip travma geçirmiş herkes için.

(“Who Killed Bambi?” – “Bambi’yi Kim Öldürdü?”)

Bus Stop – Joshua Logan (1956)

“Bu rodeoya meleğimi bulmaya geldim ve o sensin”

Bir rodeocu ile bir şov kızının mutluluğu bulma komedisi.

William Inge’in bir oyunundan uyarlanan film belki bir parça fazla Amerikalı havası taşısa da keyifli bir komedi. Yazarın Amerikan toplumu üzerine verdiği eserlerinin tipik bir örneği olan oyun Joshua Logan tarafından sinemaya taşınırken ortaya çıkan sonuç Inge-Logan işbirliğinin bir önceki örneği olan “Picnic” kadar parlak bir sinema başarısına sahip değil ama yine de kayda değer bir çalışma.

Çiftliğinden daha önce sadece küçükken bademcik ameliyatı için ayrılmış ve kadınları rodeoda baş ettiği sığırlar ile bir tutan bir gencin “kabalığı ve saflığı” Don Murray’nin enerji dolu oyununun da sonucu olarak bazen sinirinizi bozacak kadar etkileyici olabiliyor film boyunca. Bu enerji karşısında ne yapacağını bilemeyen kız rolünde Marily Monroe tüm güzelliği, sevimliliği ve acizliği ile en iyi oyunlarından birini çıkarıyor. Filmdeki diyaloglarda da sık sık geçtiği gibi nerede ise beyazın ötesinde bir tene sahip bu filmde Monroe.

Oyun sinemaya aktarılırken eklendiği anlaşılan bazı sahneler filme pek bir şey katmayan ve boşlukta kalan bölümler olmuş. Örneğin Life dergisinin muhabirleri sanki sadece Monroe’nun filmdeki pozunun filmde yer alması için eklenmiş gibi ve hikâyenin akışında herhangi bir başka rolleri yok. Buna paralel olarak, filmin en başarılı anları yol üzerindeki restoranda geçen sahneler, ve özellikle final bölümünde zirveye çıkan romantizm ve “kaba köylünün değişimi” filmin en başarılı dakikalarını içeriyor. Sanki film hep işte bu anlardaki gibi bir tonda ilerlese ortaya çok daha başarılı bir sonuç çıkabilirmiş izlenimini yaratan anlar bunlar. Özellikle bu son sahneler diyalogları, planları, yakın plan Murray-Monroe yüz çekimleri ile yönetmenin başarısının örneklerini oluşturuyorlar. Benzer şekilde kar altındaki dövüş sahnesi de başarılı görüntüleri ile dikkat çekiyor.

Özellikle başlangıçta sıradan bir komedi gibi başlayan, Monroe’nun göründüğü dakikadan itibaren çıtasını hızla yükselten, Murray’nin aşırı enerjisinin bazen sizi yorabileceği keyifli bir romantik komedi sonuç olarak. Üşüyen Monroe’nun rodeocunun montunu üzerine aldığı sahnedeki mimikleri, el ve vücut hareketleri, oyun stili ve sergilediği o masum teslimiyeti için bile görülmeye değer. Bu sahnede sanki 70’lerden bir yerli komedide Türkan Şoray’ı izliyor gibi hissediyorsunuz.

(“Otobüs Durağı”)

They Shoot Horses, Don’t They? – Sydney Pollack (1969)

“Tek bir çift, yıpranmış bedenlerle yitik hayallerin üzerine basarak kürsüye çıkacak ve ödülü alacak”

30’lu yılların Birleşik Devletleri’nde bir dans maratonunda yaşananların hikâyesi.

Günümüzde binbir farklı versiyonu olan ve katılımcıların, seyredenlerin ve düzenleyenlerin her birinin hem faili hem kurbanı oldukları ve adına “reality show” denen şov cinayetlerinin bir örneğini anlatan bir film bu. Ekonomik bunalım içindeki ülkede televizyonda değil ama bu insanlık dışı sirki canlı olarak seyredenlerin gözleri önünde olup bitiyor her şey. Horace Mc Coy’un romanından uyarlanan senaryo, çoğunlukla tek bir mekanda –maratonun gerçekleştiği salon- geçen hikâyesi ile insanın ne kadar alçalabileceğini de göstererek 60’ların ikinci yarısı ve 70’lerde Amerikan sinemasında ağır basan toplumcu sosyal analiz filmlerinin başarılı örneklerinden birine kaynaklık ediyor.

Reality şovların güncel versiyonlarında ne varsa burada da var; her bir yarışmacının seyredende ilgi uyandıracak kişisel trajedi hikâyeleri, şöhret olma çabaları, ağlayan kaybedenler, ağlayan seyirciler, yarışmaya ilgiyi (reytingi) ayakta tutacak müdaheleler, yarışmacıların acısı üzerinden kendini iyi hissetmeyi sağlamak/garantilemek üzere onlarla aslında hiçbir somut veriye/paylaşıma/ilişkiye dayanmayan yakınlık kuran/kurduğunu düşünen seyirciler ve tüm bu sirki idare eden ama aslında kendisi de daha büyük bir sirkteki maymunu oynayan sunucu. Günümüzdeki en yakın benzeri günlerce bir arabaya dokunarak ayakta durma komedisi olabilecek bu yarışma insanın ne kadar kolay sefil bir duruma düşebileceğini gösterirken, film bir anlamda herhangi bir çıkış noktası sunmuyor ve aslında “pasif isyanın” bu düzende seçilebilecek tek yol olduğunu söylüyor. Sonuçta, filmde de söylendiği gibi, “yaşadığımız bu dünya rol dağıtımı bürosundan farksız, biz başvurmadan tüm listeler dolmuş zaten”.

Kalabalık kadrolu filmde tüm oyuncu ekibi gerçekten harika bir iş çıkarmış. Bir film değil bir reality şov izliyor gibisiniz; tüm karşınıza gelenler “gerçek” bir reality şovdan görüntüler kadar gerçek. Jane Fonda kendisine çok yakışan asi, uyumsuz, düzen karşıtı rollerinden birinde çıkışsızlığı çok iyi anlatıyor. Michael Sarrazin kariyerindeki bu en iyi filminde tuhaf bir çekingenlik/sevimlilik/saflık karışımı ile filmin sondaki trajedisini etkileyici ve gerçekçi kılıyor. Başarı seviyesi en az onlar kadar, belki de daha yukarıda olan yan rollerdeki isimler var; Susannah York kırılgan aktris adayında, Gig Young sunucu ve Bud York yarışmacı denizci rollerinde başarılı oyunculukların bizi hikâyenin içine nasıl sokabileceğinin parlak örneklerini veriyorlar.

Tüm dans sahneleri ve özellikle bir dairenin etrafında anlamsız yürüyüş yarışmaları bölümlerinde yönetmen Sydney Pollack hem sinemasal anlamda hem de teknik ustalıkta zirvede geziniyor. Olağanüstü oyunculukların da yardımı ile bizi sefaletin içinde gezdiriyor, tüm o bitkinliği ve yorgunluğu iliklerimize kadar hissetmemizi sağlıyor. Sarrazin’in vücudunun ve beyninin iflas ettiği bir anda son enerjisini yüzünde güneşi hissetmek için çaba harcadığı sahne ve sık sık görüntüye gelen yakın plan yüz çekimleri Pollack’ın filme damgasını vurduğu anlar. Zaman zaman hikâyenin düz akışını kesen polis sorgulaması sahnelerini geçmişte geçen bir olayı mı yoksa ileride olacakları mı anlattığını belli etmeden kurgulaması ile ilave bir gerilim yaratıyor yönetmen.

“Seyirci sefillik görmek istiyor, kendilerini daha iyi hissetmek için” ifadesi ile derdini çok iyi özetleyen film sorunun ekonomik düzenin kendisinde olduğunu, tüm o yarışmalarda asıl ilgimizi toplayanın kazananın sevinci değil kaybedenin sefaleti olduğunu ve çekilmesinin üzerinden 41 yıl geçmiş olmasına rağmen değişen hiç bir şey olmadığını anlamamızı sağlıyor. Evet biz küçük insanlar, hayatımızın şu ya da bu aşamasında vurulması gereken bacağı kırılmış atlar gibiyiz.

(“Son Gerçek”)