Catch-22 – Mike Nichols (1970)

“Ters söyledin. Ayaklarının üzerinde yaşamak dizlerinin üzerinde ölmekten iyidir.”

İkinci dünya savaşı sırasında savaştan ve sürekli uçma baskısından bunalan bir pilotun hikâyesi.

Yönetmen Mike Nichols tarafından romancı Joseph Heller’ın en tanınmış romanından sinemaya uyarlanan bir anti-militarizm klasiği. Zengin bir kadro ile çekilen filmde Alan Arkin baş rolde harika bir iş çıkarırken filmin absürtlüğü benimseyen tavrının içinde “soğuk” bir performans vererek etkileyiciliğini artıran bir oyun sergiliyor. Karakterinin yılgınlığını, mutsuzluğunu, çaresizliğini, hissettiği dehşeti ve etrafında olan biten tüm o saçmalıklara karşı sorgulayan ama anlamayan bakışlarını büyük bir başarı ile aktarıyor. Geniş yan kadro içinde Martin Balsam, Orson Welles, Art Garfunkel, Martin Sheen ve John Voight gibi isimlerin yanında Anthony Perkins ordu rahibi performansı ile bir adım öne çıkıyor. Tüm oyuncu ekibin iyi bir takım oyunu verdiği film oyuncularının keyifli performansları ile de hatırlanıyor.

Bir Robert Altman klasiği olan MASH gibi, bu film de ordunun içinde geziniyor ve tüm seremonilerinden, süslü sözlerden, yakıştırılan kavramlardan sıyrıldığında savaşın kötü ve saçma bir oyun, militarizmin saçma bir ideoloji ve küçük insanların da bu oyun ve ideolojinin kurbanları olduğunu söylüyor seyredene. Ordunun her bir kademesindeki birey kendi rolünü oynarken, dışarıdan bakacak bir gözün göreceğini gösteriyor bize film: absürtlük. Zaman zaman bir fars havasını taşıyan film oldukça etkileyici sahnelerle içinde dolaştığı bu absürt ortamı elle tutulur hale getiriyor. Ortamdaki uçak motoru gürültüsü nedeni ile sürekli bağırarak konuşmak zorunda kalan ve hemen yakınlarında olan biteni umursamayan/fark etmeyen karakterler düşmekte olan bir uçağın, ölmekte olan bir insanın yanında doğal bir saçmalık içeren diyaloglarını devam ettirebiliyorlar. Çıplak madalya töreni, ölmekte olan çocuğunu son kez görmeye gelen aile ve bir çatışma sırasında uçağın içinde olan bitenler gibi anlarda film saçmalığın komikliğini ve korkutuculuğunu gözümüzün önüne seriyor.

Karışık bir kurgu ile anlatılan filmde çıldırma aşamasını geçmiş askerler, ordu malzemeleri üzerinden ticarete girişen tüccar ruhlu askerler, ahlâki bulmadığı için fahişeler ile yatmayan ama sıradan bir kadına tecavüz edebilen askerler, denize düşen bombaların hesabını vermemek için düşüren askerleri ödüllendiren askerler ve bunlar gibi daha nice saçmalığın içindeki askerler kuralların, ölümün, öldürmenin anlamını yitirdiği dünyalarında geziniyor, ölüyor ve öldürüyorlar.

Diyalogların romandan kaynaklanan bir zekilik içerdiği film görüntü yönetmenliği ile de ve özellikle havadaki uçak görüntüleri ile ilginç bir estetiği yakalamayı başarmış. Bir “huzur” görüntüsü ile başlayan filmde birden duyulmaya başlayan uçak motoru sesleri ve ardından gelen görüntüler örneğin bir “Top Gun” gibi savaşa övgü dolu bir estetiği değil, aslında bir oyun ama sonucu insanlığı yok eden bir oyun olan militarizme sarkastik bir bakış ile yaklaşan bir estetiği barındırıyor.

Romanın/filmin tüm derdini anlatan sokakta gece gezintisi sahnesinde kahramanımız peş peşe tanık oldukları (askeri soyan çocuklar, bir genci döven asker/polisler, atını öldüresiye kırbaçlayan adam ve pencereden atılarak öldürülen kadın) ile aklını yitirmemeye çalışırken filmin sonunda tıpkı “One Flew Over the Cuckoo’s Nest – Guguk Kuşu” filminde olduğu gibi kaçmayı seçiyor ama görüntüden gittikçe uzaklaşan kameranın açısı büyüdükçe görünülürlüğü artan militarizmin egemenliği bu kaçışın imkânsızlığını söylüyor bize.

(“Madde 22”)

Scarecrow – Jerry Schatzberg (1973)

“İnsanları güldürebilirsen onlara vurmak zorunda kalmazsın.”

Eski bir mahkum ile eski bir denizcinin tesadüfen başlayan ve gelişen arkadaşlıklarının hikâyesi.

70’ler Amerikan sinemasının o kendine has ve bu ülkenin sinema tarihinde farklı bir yerde duran, ve Avrupa sinemasından etkilenmiş örneklerinden birisi bu film. Amerikan sinemasının en parlak ve farklı dönemlerinden biri olan bu dönemde sıradan insanların hikâyesini anlatan, marijinallere yer veren ve düzeni şu ya da bu ölçüde sorgulayan filmler çekildi. Bu filmin de yönetmeni olan Jerry Schatzberg ise ardı ardına çektiği üç film ile (“Puzzle of a Downfall Child”, “The Panic in Needle Park” ve Cannes’da Altın Palmiye ödülünü alan “Scarecrow”) bu dönemin iz bırakan isimlerinden biri olmuştu.

Zaman zaman bir yol filmi havasını da taşıyan Scarecrow filminde iki baş oyuncu Al Pacino ve Gene Hackman birbirinden çok farklı iki karakteri ve aralarında gelişen dostluğu çok parlak bir oyunculuk ile canlandırıyorlar. Pacino’nun saf, konuşkan ve sıcak karakteri ile Hackman’ın insanlara güven duymayan sert adam karakteri ve bu iki farklı insan arasında oluşan sevgi ve güveni sıcak, duygusal ve inandırıcı bir biçimde aktarıyorlar bize. Tek çekimden oluşan uzun planlarda tüm doğallıkları ile keyifli bir ikili oluşturuyorlar ve doğaçlama izlenimini veren karşılıklı diyaloglarda samimiyeti sonuna kadar hissettiriyorlar. Filmin başarılı görüntü yönetimi ise bu dalın usta ismi Vilmos Zsigmond’a ait ve orta ve alt sınıflar arasında geçen filmde süslenmiş/tasarlanmış değil aynen aktarılmış karelerden bir gerçeklik duygusu yansıyor seyredene.

Filmin başındaki otostop için yolda bekleme sahnesi karakterlerimizin tüm özelliklerini başarı ile aktarırken süs havuzunda geçen sonlardaki sahne Pacino’nun karakterinin kırılganlığını daha hareketli bir kamera kullanımı ve serbest bırakılmış izlenimi veren oyunculuklar ile yine keyifli bir şekilde sunuyor. Fotoğrafçı kökenli yönetmen görüntüyü eserin ruhunun önüne geçirmeyen ama anlatımı destekleyen bir biçimde kullanmayı başarmış bu bölümlerde.

Temel olarak günümüz dünyasında kendisine yer olmayan “korkulukları”, bir başka deyişle kavgayı değil güldürmeyi seçen insanları anlatan filmde Hackman’ın sert karakterinin korkuluğa dönüşümünü anlatan bar sahnesi içerdiği sembolizm ve oyunculuklar ile filmin doruk anlarından birini oluşturuyor. Bir filin bile kemiklerini kırabilmekle övünen bir adamın striptiz/dans sahnesi zaten tanımı ile bir etkileyicilik taşıyor elbette ama burada önemli olan tüm bu sahnenin taşıdığı sahicilik duygusu. Sondaki dramatik bölüm olmasaydı da etkileyiciliğini kaybetmeyecek olan film bir çıkış arayan karakterlerinin dayanışması üzerinden tüm olumsuzluklara rağmen yine de karamsarlıktan uzak durmaya gayret eden yapısı ile de övgüyü hak ediyor ve seyredeni tüm kargalara karşı korkuluk olmaya davet ediyor.

(“Korkuluk”)

Strangers on a Train – Alfred Hitchcock (1951)

“Kuramım şu ki herkes potansiyel bir katildir”

Bir tenis oyuncusunun trende karşılaştığı bir yabancının birbirlerinin cinayetlerini işlemeyi teklif etmesi ile başına gelenlerin hikâyesi.

Patricia Highsmith’in bir romanından uyarlanan film klasik Hitchcock kalitesini taşıyan, sinemanın unutulmaz eserlerinden biri. Yönetmenin 50’li yıllarda çektiği hemen tüm filmlerde olduğu gibi yine akıcılığı çok yüksek bir senaryo, zirvesinde bir teknik ustalık ve gerilimi yerinde bir hikâye var karşımızda. Highsmith’in sağladığı sağlam malzeme ustalıkla işlenmiş ve sahnelenmiş bu filmde.

Unutulmaz bölümler içeren bu filmin birkaç sahnesinden söz ederek yönetmenin başarısını hatırlamakta fayda var. Kırık gözlük camına yansıyan cinayet sahnesi “Psycho – Sapık” filmindeki duşta cinayet sahnesi gibi sinema tarihindeki kalıcı yerini alırken yönetmen hem harika kareler yakalıyor hem de filmde sonradan önemli bir yeri olacak gözlüğü vurgulayarak da seyirciyi ileride olacaklara hazırlıyor. Bu cinayetin gerçekleştiği lunaparktaki sahneler (hem cinayetin işlendiği ilk bölüm hem de tüm final bölümü) Hitchcock’un tüm ustalığını serbest bıraktığı ve has bir sinemaseverin tüylerini diken diken edecek bir estetik duygusunu içeren bölümler. Sık sık başvurduğu devrik kamera açıları ile atmosferin etkileyiciliğini artıran, kadrajın içine neyi alıp neyi almadığı ile bile çok şey söyleyen ve yönetmen ile pek çok filmde işbirliği yapmış Robert Burks’a ait siyah-beyaz görüntüleri ile tadı damağınızda kalacak bir görüntü çalışmasına sahip olan film bugün sinema okullarında ders olan başka anlar da barındırıyor. Örneğin tenis maçı bölümü, hızlı kurgusu, kahramanımızın maçı bir an önce kazanma telaşı ile oynadığı andaki gerilimi ve bir kült haline gelen ve tenis topunu takip için başlarını bir sağa bir sola çeviren seyircilerin ortasında sabit bir şekilde tenisçimize bakan kötü adam karesi ile yine çok başarılı bölümlerden biri.

Kurgusu da hayli başarılı olan film yanından gürültü ile geçen bir tren nedeni ile “boğacağım” onu diye bağırmak zorunda kalan bir adamdan bir başka adamın ellerine hızla geçiş yapmak gibi incelikli gösterilere sahne olurken kötü adamın evindeki yatak odasında geçen o gerilimli bölümü ile seyredeni gerçekten geriyor. Sinema tarihindeki en başarılı takip/taciz (“stalking”) filmlerinden biri bu ve takip edenin edilen üzerindeki hükümranlığını sonuna kadar siz de hissediyorsunuz seyrederken.

Farley Granger ve filmden bir yıl sonra 32 yaşında ölen Robert Walker başarılı oyunculukları ile ilginç bir ikili oluştururken Granger’ın rol aldığı bir başka Hitchcock klasiği “Rope” filminde olduğu gibi üzeri yine oldukça kapalı bir “homoerotizm” de sergiliyorlar. Özellikle yakın plan ve her ikisinin de yüzlerinin yer aldığı çekimlerde Walker’ın daha açık Granger’ın ise daha çekinik bakışlarını sezmemek mümkün değil.

Seyredeni avucunun içinde tutan film uyarlandığı romandan tek bir noktada saparak ve popüler sinemanın kalıplarına uyum göstererek kahramanımızı daha masum bir konuma soksa da yine de arka planda “mutlu ama vicdanı az da olsa rahatsız” bir kahramanı da hissettirmiyor değil. Ölmeden görülmesi gerekli klasiklerden.

(“Trendeki Yabancılar”)

Pescuit Sportiv – Adrian Sitaru (2007)

“Ne istediğini bilmelisin. Kafana göre olta atamazsın”

Arabaları ile çarptıkları bir hayat kadınını yanlarına alarak yollarına devam eden bir çiftin hikâyesi.

Dijital formatta çekilip sonradan 35 mm’ye aktarılan bu film düşük bir bütçe, küçük bir kadro ve kısıtlı mekanlarda çekilen o bağımsız filmlerden. Elbette bu tanıma uygun olarak bol ve doğal diyaloglar, el kamerası ile çekilmiş sahneler ve samimi oyunculuklar da var burada. Bu tür minimal filmlerin seyirciyi (özellikle bu tarza pek sıcak bak(a)mayan seyirciyi) yanında tutabilmesi için karakterlerin gerçek hayattakilere yakınlığı, diyalogların gerçekçiliği, mizah/kara mizah içermesi ve tüm bunların sonucunda da seyirciye yansıyan bir sıcaklığa sahip olması gibi kriterleri tutturması gerekiyor. Filmin başardığı da işte tam bu.

Kamera açı/karşı açı standardında ama farklı bir yönde çalışıyor konuşma sahnelerinde. Kamera (çoğunlukla) dinleyenin gözü yerine geçiyor ve karşıdakine olan uzaklık ona göre ölçülüyor, göz (kamera) ara sıra konuşana değil başka bir yere bakıyor, sonra geri tekrar konuşana dönüyor vs. Benzer şekilde örneğin olta ile balık avlama sahnesinde görüntüde karakterin gördükleri ama kamera onun gözünde olsaydı ne gösterecekse onların tümünü içerecek şekilde yer alıyor; oltanın gözün görme alanındaki kişiye en yakın ucundan başlıyor görüntü. Kısacası sık sık kamera göz oluyor.

Üç ana oyuncusunun da hayli başarılı olduğu film bir çift ve aralarına karışan bir üçüncü kişisi ve hikâyesi ile Polanski’nin “Nóz w wodzie – Sudaki Bıçak” filmini ciddi ölçüde çağrıştırıyor, üçüncü kişinin yüzme bilmediğini iddia etmesi dahil olmak üzere. Onun gibi klasikleşecek bir başyapıt değil kesinlikle ama hayli eğlenceli ve Polanski’nin filminin ciddiyetinin aksine kahramanlarının “sıradan zavallılıklarına” odaklanan bir mizah havasını tercih etmiş yönetmen. Hareketli kamera zaman zaman yorucu olsa da sürekli değişerek karakterlerden birinin gözü olması ile ilginçliğini artıran ve rol yapmanın, farklı görünmeye çalışmanın yoruculuğu ve sahteciliğinin yerine açık oynamayı koyan bu film sonuçta hayli keyifli bir çalışma.

(“Angling” – “Hooked” – “Olta”)