Mein Führer – Dani Levy (2007)

“Hitler kim mi? Tanıyorum, sarışın ve mavi gözlüleri tercih ederdi”

1945 başlarında ve savaşı kaybetmekte olan Almanya’da Hitler’in yapacağı bir propaganda konuşması için onu hazırlamakla görevlendirilen bir yahudi oyuncunun hikâyesi.

“I was on Mars” ile sevdiğim Dani Levy’den yeterince komik olmayan ve tabu bir konuyu ele almasına ve politik doğruculuktan çoğunlukla uzak durmasına rağmen yeterince vurucu olamayan bir film. Oysa bu tarzı benimsemiş bir filmin en çok aksamaması gereken alan da tam bu nokta; vuruculuk. Tiplemelerin çoğunlukla karikatür düzeyinde kalması ve birkaç sahne dışında güçlü espriler barındırmaması filmin en zayıf yanları olarak görünüyor. Ağır makyajlı bir Hitler ve bilinçli olarak eğreti bırakılmış Hitler tarzı bıyıklar filmin bu karikatür havasını da desteklemiş.

Hitler’i büyükçe bir küre ile gösterek Chaplin’e selam yollayan film yine de sergilediği tüm o “saray entrikaları”, hangi şart altında olursa olsun bürokrasinin kurallarından sapmama şeklinde kendini gösteren Alman disiplini, Berlin’i dimdik ayakta göstermek için girişilen çabalar ve Hitler’in eğitimi gibi eğlenceli ve meşaleler önündeki pratik sahnesi gibi sinemasal açıdan etkileyici anlara sahip. Kapanış jenerikleri ile birlikte karşımıza gelen Alman halkının Hitler yorumları bir yandan hem kafa karışıklığını hem de duyulan rahatsızlığı vermeye çalışırken diğer yandan da tarihte iz bırakanların iyi insanlar değil güçlü insanlar olduğu gerçeğini de bir kez daha hatırlatıyor.

(“Die Wirklich Wahrste Wahrheit über Adolf Hitler” – “My Führer”)

Vinyan – Fabrice Du Welz (2008)

“İnsan kötü bir biçimde ölünce ruhunun kafası karışır, nereye gideceğini bilemez. Ona Vinyan deriz.”

Çocukları tsunami sırasında kaybolan Avrupa’lı bir çiftin Burma’ya kadar uzanan arama hikâyesi.

Bir parça “Don’t Look Now”, biraz “Emmanuelle”, biraz “Werner Herzog” taklidi olunca, karşımıza çıkan da elbette başarısız bir film oluyor. Beart olunca beklentilere uygun sahneler (ya da o sahnelerden dolayı Beart), rock star kılıklarında bir Taylandlı, kayıp çocuğun ardından düşülen zihinsel boşluk, egzotik atmosferde erotizm, karısının soğukluğuna rağmen sadık kalmaya çalışan adamın cinsel gerilimi vs.

Tsunami trajedisinden anlatılacak hikâye bu mudur sorusu bir yana tutarsızlıklarla dolu bir film bu. Yukarıda belirttiğim tüm öğeleri kapsayan bir film yapalım demiş birileri ve sonra da yapmışlar gibi görünüyor. Çocuklarının peşinde Burma gibi tehlikeli bir ülkeye korku içinde giren kahramanlarımızın daha ilk gecelerinde erotizme kucak açan sahnelerin içinde olmasından dolayı filmi yapanlara bravo diyelim. Rufus Sewell inanmamış göründüğü bir rolde sıkıntılar içinde dolaşırken, Beart kendisinden bekleneni yapıyor; erotik depresif kadın oluyor, bu tanıma uygun ama derinliksiz bir şekilde. Özellikle Sewell’ın Tayland’lı “rock star” ve teknenin kaptanı ile konuştuğu ve ardından sarhoş olduğu sahne akışı, diyalogları ve oyunculukları ile hani nerede ise yerlerde sürünüyor.

Bu olmamış filmin yine de kayda değer bir yanı var. Filmin son on beş – yirmi dakikası daha önceki atmosferden tamamen farklı bir noktaya kayıyor ve eğer kendi başına ele almayı başarabilirseniz bu bölümü, oldukça keyif almanız mümkün. Bu bölüm yarattığı tedirginlik hissi, korku, bilinmeyene karşı hissedilen panik ile filmin nerede ise tek başarılı yanı. Sondaki “ana kraliçe” sahnesi ruh halinize göre komik de gelebilir veya anne-çocuk ilişkisinde hassas olanlar için dokunaklı da ama ne olursa olsun bir parça etkileyiciliği olduğunu kabul etmek gerek.

Vozvrashchenie – Andrei Zvyagintsev (2003)

“Neden döndün? Neden aldın bizi yanına? Ne ihtiyacın var bize?”

On iki yıl aradan sonra eve dönen bir babanın iki oğlu ile çıktığı yolculuğun hikâyesi.

Andrei Zvyagintsev bu ilk sinema filminde daha sonra “Vozvrashchenie-Sürgün” filminde de tekrarlayacağı başarısının ilk muhteşem örneğini veriyor. Tek kelime ile mükemmel bir film bu ve sinemanın saf halinde nasıl tüyler ürpertici olabileceğini, insana odaklı ve samimi bir hikâyenin seyredeni nasıl alıp götürebileceğini ve sinemanın sanatsal yanına şüphe ile yaklaşanların nasıl da yanıldığını gösteriyor bize. “Basit” bir film bu; oyunculukları, hikâyesi ve mizanseni ile. İşte tam da bu basitlikten nasıl bir başyapıt çıkarıldığını görünce yönetmenine hayranlık duymamak imkânsız.

Başroldeki üç isim, baba rolünde Konstantin Lavronenko ve iki oğlu Andrey ve İvan rolünde genç isimler Vladimir Garin ve İvan Dobronravov oynamıyorlar da sanki hayatlarını bir gizli kameraya açmışçasına tüm o hikâyeyi yaşıyorlar sadece. Baba ve oğulları arasındaki ilişkinin her farklı aşamasını bize içtenlikle ve bazen hiç konuşmadan sadece bakışlarla, vücut dilleri ile aktarmayı başarıyorlar. Genç oyuncuların hissettikleri öfkeyi, umudu, korkuyu, tedirginliği ve şüpheyi, ve babanın tüm diğer duyguların toplamını oluşturan gizemini ve sertliğe/soğukluğa dönüşen iletişim çabasını bize daha iyi kimse anlatamazdı diye düşünmemek elde değil.

Basit ve bir o kadar da “sessiz” bir film bu. Diyaloglar sadece gerektiği kadar, ne bir kelime fazla ne bir kelime eksik. Ses efektleri yok denecek kadar az. Kahramanlarımıza ve onların dokunduğu, hissettiği, gördüğü nesnelere ait olanlar dışında hiçbir dış ses duyulmuyor. Çoğunlukla alçak bir tonda duyulan bu sesler, filmin mükemmel bir biçimde yansıttığı gizemi ve belirsizliği daha da destekleyen bir atmosfer yaratıyorlar. Tasarlanmış değiller ve içine girmemize izin verilen hayatın gerçek sesleri zaten onlar olduğu için duyuluyorlar gibi.

Basit, sessiz ve “görsel” bir film aynı zamanda. Film boyunca karşımıza gelen o geniş boşluklar ve alanlar ve boş mekânlar bu hikâyenin sadece bu üç insana ait olduğunu ve diğer nesnelerin ancak onlar dokunduğu/gördüğü/hissettiği sürece var olduğunu söylerken bir yandan da kahramanlarımızı saran o koca belirsizliği elle tutulur hale getiriyorlar. Bu sessizlik ve boşluklar bu insanları etraflarından soyutlayarak sadece onlara odaklanmamızı da sağlıyor. Zvyagintsev zaman zaman seçtiği yakın plan yüz çekimleri ile bazen bir bireyin ona özel dünyasına sokarken bizleri, bazen de ufak kamera hareketleri ile binlerce sözün anlatacağından daha fazlasını anlatıyor. Örneğin babanın dönüşünden sonraki ilk beraber yenilen yemekte, görüntüde önce sadece babaya yer veren kamera yavaşça geriye kayarak tüm aileyi içine alan bir açıya geçiyor ve o ortamda artık yeni bir varlığın ve yeni bir otoritenin olduğunu söylüyor bize.

Güven nedir, ne zaman ve hangi şartlar altında oluşur, bir yandan ihtiyaç duyulan ama bir yandan ret edilen bir otorite nasıl kendini kabul ettirir, etrafımızdakilere duygularımızı, hissettiklerimizi söylemekte neden zorlanırız? Ve belki tümünden önemlisi sadece sevilmeyi değil sevmeyi hak etmenin de emek gerektirdiği üzerine ve hayatlarımızda bırakılan boşlukların nasıl bir büyük canavara dönüşebileceği üzerine bir film.

Hikâyede özellikle bırakılan belirsiz noktaları ile hayatın içindeki doğal gizemi de bize getiren ve olağanüstü sahneleri ile (baba ile ilk karşılaşma, çocukların yatakta ve çadırdaki konuşmaları, küçük çocuğun bir süre yalnız kaldığı anlar, sondaki giden kayığın ardından bakan çocuklar vs.) kalıcı etkisi olacak bir film. Sondaki siyah beyaz fotoğrafları ve kısa halk şarkısı ile insanın yüreğini buran bir film. Sahici bir film. Mükemmel.

(“The Return” – “Dönüş”)

There’s No Business Like Show Business – Walter Lang (1954)

“Yaşım hakkında yalan söylediğim tek şeydir ve o zaman da eklemem, çıkarırım”

Tüm üyelerinin müzikal ve şov dünyasında olduğu bir ailenin ve şov dünyasının hikâyesi.

Ünlü müzisyen Irving Berlin’in şarkılarını yazdığı bu müzikal bu türün başyapıtlarından biri olmasa da özellikle müzikal sevenlerin ve belki de sadece onların keyifle seyredeceği bir film. Filmin birkaç problemi var. Bunların en önemlisi hikâyesinin sık sık geri plana düşmesi ve çok tahmin edilebilir bir akış izlemesi. Bir müzikal için bunun o kadar da önemli olmadığı düşünülebilir ama film sık sık sahnede sergilenen müzikal performansları ile yetinip gerisini pek dert etmemiş gibi görünüyor. Bu performanslar çok başarılı gerçekten ve burada da üç isme özellikle dikkat etmek gerekiyor. Filmin yönetmeni Walter Lang olsa da dans ve şarkı bölümlerini düzenleyen isim Robert Alton ve filmin en çekici bölümleri onun başarısı. Irving Berlin filmde yer alan “Heat Wave”, “Alexander’s Ragtime Band” ve elbette filmin isim şarkısı gibi keyifli şarkıların sahibi olarak ve Ethel Merman anne rolünde filmin tüm yükünü sırtlayarak başarının diğer sahipleri olmuşlar. Merman hemen tüm yükü sırtlıyor çünkü diğer oyuncular ya özel bir performans vermemişler ya da Donald O’Connor gibi altı fazla çizilmiş bir performans sergilemişler. Marilyn Monroe ise müzikal sahnelerinde kendini bir parça daha toparlamış olsa da oldukça donuk ve bazen de ne yapacağını belirleyememiş bir havada oynuyor. Yine de ne olursa olsun Monroe Monroe’dur ve tüm gözleri kendisine çeken ışığın farkedilmesi için herhangi bir özel çaba harcamasına gerek kalmamış.

Gereksiz dış ses kullanımına sık sık başvuran film şarkıları, kostümleri, koreografisi ve tüm o rengârenk kostümleri ile müzikal sevenleri kendisine çekecek özellikler taşıyor ama müzikal filmlerin asıl başarı sırrının şarkıların hikâyenin parçası olması olduğununun unutulması ve şarkıların burada nerede ise hikâyeden bağımsız olması onların da keyfini kaçırabilir. Filmde sadece tek bir sahnede bir şarkı kahramanımızın derdini anlatmak için yer almış ve böyle olunca da o bölüm filmin tümünden farklı ve ayrıksı kalmış görünüyor. Yine de “Heat Wave” şarkısındaki Marilyn Monroe’nun cazibesi filmi seyretmek için tek başına yeterli bir neden olabilir. Ayrıca kadınların bu filmden sırnaşan birinden kurtulmanın yolunu öğrenmesi de mümkün.

(“Sahne Aşıkları”)