Casomai – Alessandro D’Alatri (2002)

casomai

“Kaygan bir zeminde kusursuz bir uyum içinde olan artistik patinaj çiftleri gibi…”

 

Evlenmek üzere olan genç bir çiftin karşılaştıkları bir rahip aracılığı ile ilişkileri, evliliği ve aile kurumunu sorgulamalarının hikâyesi.

 

Romantik komedi formatında başlayıp arada “sorgulamaların” ağır bastığı dram bölümleri ile ilerleyen ve yine romantik komedi tadında biten bir film. Geriye dönüşler ve zamanda ileri sıçramalarla örülmüş bir anlatımı olan film zaman zaman parıltılı anlar içeren ama genelde vasatın bir parça üzerinde bir romantik komedi olarak kalmış. Filmin başında beliren rahip bir Robin Williams karakteri ile karşı karşıya kalacağımız korkusu yaratsa ve filmin bazı kilit bölümlerinde bu korku gerçekleşse de kalıcı bir kötü iz bırakmıyor bu durum.

 

Flört, sevgilinin arkadaşları, aileler, kariye/evlilik ikilemi, çocukla değişen hayat, dışarıya kapanma gibi konuları bazen çarpıcı bir kurgu ile anlatan film (özellikle çiftin yataktaki sorgulama sahnesi ve “onun arkadaşları” ile tanışma sahnesinde) bu çarpıcılığını tüm sahnelere yayamıyor ve bu da zaman zaman sıkıntı verebiliyor.

 

Buz dansı çiftinin sürat pateni yarışı yapan bir çifte dönüşmesi veya Truffaut’ya saygı anlamında onun benzersiz ve bir evliliği konu alan “Domicile Conjugal” filminin afişinin bir sahnede görünmesi gibi inceliklere sahip olan film, temel olarak iki bireysel hayatın birleşmesinin zorluklarını ele alan ama bir romantik komedi olmasının doğal sonucu olarak mutlu sonlanan bir çalışma. Filmdeki gibi Robin Williams kılıklı rahipler gerçek hayatta var mıdır bilmiyorum ama bu karakter hem filme zaman zaman ihtiyaç duyduğu hafifliği katmış hem de öte yandan filme gereksiz bir Hollywood etkisi vermiş. Sonuçta hafif, zaman zaman eğlendiren ve düşündüren, “mükemmel ilişki yoktur ama ilişkisiz de olmaz” mesajını tekrarlayan ama kalıcılığı tartışmalı bir film.

(“If by Chance” – “Benimle Evlenir misin?”)

Rien de Personnel – Mathias Gökalp (2009)

the-ordinary-people

“Hayat bir aptalın anlattığı gürültü ve öfke dolu bir hikâyedir”

 

Bir ilaç firmasının tüm çalışanlarının katıldığı bir “yeni ürünü kutlama” partisinin aslında satılmakta olan şirkette işten çıkarılacakların belirlendiği bir eğitim oyunu olması üzerine bir “beyaz yakalı köleler” hikâyesi.

 

Çok şık ve yumuşak bir giriş ile açılan film yine aynı tonda sona eriyor. Bu arada olanlar ve gösterilenler ise kesinlikle çizgi üstü bir başarıya işaret ediyor. Nerede ise tek bir mekanda geçen ve kalabalık bir figüran grubunun yer aldığı filmin kurgusunda en ufak bir aksama olmaması ve tüm kalabalık sahnelerin ustalıkla halledilmiş olması yönetmenin başarısının en temel göstergeleri. Tüm oyuncuların başarılı bir performans sergilediği filmde özellikle sendikacı rolünde Denis Podalydès ve eğitim oyunundaki profesyonel oyuncu rolünde Jean-Pierre Darroussin en öne çıkan isimler. Darroussin hem oyuncuyu hem de işten çıkarılma korkusu yaşayan bir beyaz yakalı rolünü inanılmaz bir ustalıkla canlandırıyor ve özellikle ikinci rolünde yaşadığı ve yaşattığı tedirgin çalışan karakteri ile beyaz yakalıların dünyasına aşina herkesi kendisine hayran kılacak bir ustalık gösteriyor.

 

Beyaz yakalıların dünyasındaki hırs, çekişme, korku, tacizi (mobbing anlamında) ustalıkla diyaloglara yedirmiş olan senaryo bir başka yönetmenin elinde daha ritmik bir anlatımla daha hınzır bir sonuç verebilirdi ve daha iyi/kötü anlamında söylemiyorum ama daha farklı bir filme dönüşebilirdi. Burada ise bir Fransız filmi seyrettiğimizi sık sık hatırlayacağımız bir şekilde daha felsefi, diyaloglara dayalı ve size olaylara kendi payınızı/yorumunuzu katma imkânı veren bir sonuç var karşımızda.

 

Aynı hikâyenin farklı versiyonlarını içeren ve doğrunun ne olduğunu size bırakmayı tercih eden anlatımı ile film özellikle beyaz yakalıların içinde bulunduğu ve bir yandan şikâyet edip bir yandan orada bulunmanın tadını çıkarmaya çalıştığı atmosferi başarı ile yansıtıyor bize. Günümüz çalışma hayatının insanı nasıl yoldan çıkardığını ve insanı nasıl temel değerlerinden yoksun bıraktığını görmek için ve bu kompleks ve kompleks olduğu kadar acımasız/katı dünyaya dışarıdan bakıp gülmek için… Hikâyenin sonucunu etkile(ye)meyecek olsa da plana darbe vurabilen tek kişinin bir mavi yakalı olması filmin hınzır yanının da bir işareti.

(“The Ordinary People” – “Üstüne Alınma”)

My Life Without Me – Isabel Coixet (2003)

my_life_without_me

“Dua et, bu sensiz senin hayatın olsun”

 

Ölmek üzere olan bir kadının kalan zamanını ve kendinden sonrasını düzenleme çabası.

 

Çok az ömrü kalan bir kadının (Sarah Polley) hikâyesi içerdiği kolay dramatik öğeler ile melodram sinemasının (ve elbette Türk sinemasının) favori konularından biri oldu her zaman. Buna bir de kadının kendinden sonraki hayatı planlama çabasını da (kocasını çocuklarına da bakacak iyi birisi ile evlendirme planı dahil olmak üzere) eklerseniz pek çok klasik melodramda rastlayacağınız bir senaryoya kavuşmuş olursunuz.

 

Bu sıradan ve belki de klişe olan ve bir kısa hikâyeden uyarlanan konuyu ele alış şekli filmi korkulanın aksine farklı noktalara taşıyor. Bu başarının ardında farklı etkenler var. Öncelikle filmin içerdiği melodram potansiyelinin (veya tuzağının) uzağında konusunu ve karakterlerini incelikle ele alması ve bunu da herhangi bir yapaylık katmadan yapabilmesi var sanırım. Bazen amaçlanan etkinin uzağında olsa da iç ses (özellikle süpermarket sahnesinde) kullanımı, bu tür filmlerin temel tuzak alanı olan “ölmeden yapılacaklar” listesinin bir çetele gibi değil doğal bir süreç olarak işlenmesi ve duyguların (filmin konusundan dolayı elbette hüzün başta olmak üzere) altının kalın çizgilerle çizilmeden verilmesi de buna eklenebilir.

 

Filmin başarısında pay sahibi olan bir başka alan da karakterlerin işlenmesinde gösterdiği kalite çizgisi. Tüm karakterler hem filmin temel hikâyesi ile hem de kendi bağımsız hikâyeleri ile elle tutulur bir doğallıkla görünüyorlar perdede.

 

Başta Sarah Polley olmak üzere, bağımsız dramların vazgeçilmez aktörü Mark Ruffalo ve özellikle 70 ve 80’li yıllardaki müzik kariyeri ile bir ikon olan Deborah Harry filme katkıda bulunan başlıca isimler.

 

Yönetmen Coixet’in John Berger hayranlığını bir kitap üzerinden gösterdiği film, yeterince tanı(ya)madığı hayatı kaybetmek üzere olan bir kadının son günlerini göstermekteki doğallığı, kahramanın ifadesi ile “sınırlanmış bir hayatı, sınırlanmış sesler” ile yaşayan insanları betimlemekteki ustalığı, son bir tutkudaki çılgınlığı yüzümüze çarpmadan anlatımı ile kesinlikle ilgiyi hak ediyor. “Sen olduğun için dünya daha az kötü görünüyor” cümlesini duymak için… ve Hollywood’un en iyi halinde bile ancak “The Bucket List” çıkarabildiği bir alanda neler yapılabileceğini görmek için. Evet bir dram/melodram ama başarılı olanlarından.

(“Bensiz Hayatım”)

A Casa Nostra – Francesca Comencini (2006)

acasanostra

“Burası bizim de ülkemiz”

 

İtalya’dan mafya, küçük insanlar ve aşk hikâyesi.

 

Sinemada son dönemlerin gözde anlatım biçimi olan çok karakterli ve bu karakterlerin filmin sonunda çakışan hikâyelerine İtalyan sinemasından bir örnek. Anlatım biçiminiz bu olunca hem karakterleri çok iyi işlemeniz hem de karakterlerin hikâyelerini birbirine bağlarken senaryonun “doğal ama yaratıcı olması” gerekiyor. Filmin zaman zaman sendelediği nokta da tam burası. Tüm bu karakterler pekâlâ ayrı birer filmin de kahramanları olabilirmiş diye düşünmemek elde değil. Böyle düşününce de film temel olarak neyin peşinde diye sormak gerekiyor ama bu sorunun cevabı biraz ortada kalmış.

 

Güçlü insanlar ve kendilerinde yapmaya hak gördükleri ile küçük insanların ayakta kalma mücadelesi ve bu sırada güçlü insanlar tarafından kullanılmalarının yarattığı zıtlık tüm bu farklı karakterlerin bir araya getirilmesi için bir çıkış noktası olmuş gibi görünüyor ama film bu düşüncenin ne kadar altını çizmiş tartışılır.

 

Mali polis rolündeki Valeria Golino filmin kalabalık kadrosundaki ana karakterlerden biri ve filmin birkaç oyuncu dışında genelde çok öne çıkmayan oyunculuk gösterisinde en geride kalanlardan. Senaryonun da kendisine pek de yardımcı olmamasın da payının olduğu zayıf bir oyunculuk veriyor film boyunca.

 

Hikâyenin geçtiği Milano’nun bekleneceğinin aksine “soğuk” bir şehir olarak yer aldığı film, rahat ve dingin anlatımı ile, küçük insanların her zaman kaybetmeye mahkum olduğunu ve kötülüğün her zaman süreceğini vurgulayarak ilgiyi hak ediyor yine de. Burası evet bizim de ülkemiz ama sadece diğerlerinin bize biçtiği rolleri oynamak için buradayız diyerek umutsuz bir mesaj ile sonlanan film “kötülerin” hayatın dışına çıkarılamayacak kadar normalleştiğini ve sıradan hale dönüştüğünü de söylüyor bize.

(“Our Country” – “Bizim Ülkemiz”)