Naj Sul – Young-Seok Noh (2008)

naj-sul“Kendimi çok mutlu hissediyorum. Yanımda güzel bir kardeşim var ve içiyoruz.”

Kız arkadaşı tarafından terkedilen bir gencin kendine gelmek için çıktığı zoraki yolculuğun hikâyesi.

Filmin senaryosu, yönetmenliği, görüntü yönetmenliği, müziği, kurgusu ve sanat yönetmenliği aynı isme ait olunca tahmin edileceği gibi düşük bütçeli bir bağımsız film var karşımızda. Filmin farkı ise bu tür filmlere pek alışık olmadığımız Güney Kore sinemasından geliyor olması. Batı sinemasından çıkan bağımsız filmlerinin gözde teması olan yolculuk burada da söz konusu ve kahramanımız zoraki çıktığı yolculuğunda bir türlü inisiyatifi ele geçiremiyor.

Oldukça keyifli bir müziği var filmin ve kahramanımızın başına gelenlere uçarı ve hoş bir arka plan yaratıyor. Genç adam film boyunca terkediliyor, kayboluyor, azarlanıyor, soyuluyor, taciz ediliyor ve tüm bunların arasında içiyor veya içiriliyor. Yaptığı gaflar da bunların üzerine ekleniyor. Tam bir sevimli kaybeden var karşımızda. Tüm bu olan bitenler yalın ve doğal bir dille, güldüren değil gülümseten, keyiflendiren bir üslup ve doğal oyunculuklar ile anlatılıyor. Film boyunca süren “üşüme” sahneleri, pansiyondaki televizyon seyretme bölümleri ve elbette filmin hemen her karesinde yer alan yeme/içme görüntüleri bu küçük filme garip bir çekicilik kazandırmışlar.

Sakin bir şekilde akan, küçük zıpırlıklar ve uçarılıklar içeren, finali ile “hayat aynı hataları yapmaya değecek kadar güzel” mesajını da veren sevimli bir film. Ana akım sinemanın kısıtlayıcı kurallarından kendini sıyırmış, zaman zaman bir “yeni dalga” havası yaratan bu filmin bitiminde kendinizi bir yandan mutlu ama bir yandan da filmin o kendi gerçekliğinden ayrıldığınız için mutsuz hissetmeniz yüksek bir ihtimal.

(“Daytime Drinking” – “Gündüz İçkisi”)

El Lobo – Miguel Courtois (2004)

x“Kelimeler yalandır. Eylemler değil”

Franko döneminde İspanya’da ETA içindeki bir muhbirin hikâyesi.

Gerçek olaylardan esinlenen filmde yaşadığı maddi problemin de etkisi nedeni ile ve kendisi ile ilgili suçlamalardan kurtulabilmek için polis adına ETA içine sızan ve muhbirlik yapan bir adamın hikâyesi anlatılıyor. Senaryodaki pek çok öğe Türkiye için de çok tanıdık aslında; özgürlük istekleri, suikastler, bombalamalar, örgüt içi çekişmeler, sol örgütlerin demokrasi talebini engellemek için terörü durdurmaya pek de istekli olmayan güvenlik güçleri, arada kalan insanlar vs. Geriye dönüşle anlatılan filmin odak noktası ne terör, ne devletin yaklaşımı ne de kendi halinde bir adamın muhbire dönüşmesinin analizi. Film daha çok bir macera atmosferinde muhbirin yaşadığı tedirginlik üzerine kurulu ve sosyal ve siyasal anlamında bir şeyler söyleme telaşında değil. Senaryonun en çok odaklandığı ise bir muhbirin adına çalıştığı kişi(ler) tarafından yalnız bırakılması.

Olaylara yaklaşım biraz yüzeysel boyutta kalınca, ne kahramanın dönüşümünü ne de tam olarak durduğu yeri anlamak mümkün oluyor. Amaçladığı gerilimi hissettirmekte yetersiz kalınca, filmin kaçırdıkları daha da göze batar hale geliyor; Franko’nun ölmek üzere olması nedeni ile “şimdi ne olacak” boşluğuna düşen bir ülke ve halkı hak ettiği ilgiyi hemen hiç görmüyor, filmin romantizm bölümlerinin ele alınışı yetersiz, muhbir olmanın ruh hali başlı başına bir yaratıcı analizi hak ederken atlanıyor vs.

Bir ara sarıya boyadığı saçlarının eğretiliği bir yana Eduardo Noriega’nın oyununun idare eder bir seviyede olduğu bu film, yukarıda belirttiğim eksiklikler (veya beklentiler) bir kenara koyulup zaman zaman bir yalnız kahramana dönüşen muhbirin hayatı olarak ele alınıp da seyredilebilir elbette. O gözle bakınca da oyalayıcı, aksamayan ve keyifle seyredilir bir politik gerilim hikâyesi karşımızdaki. Elbette, faşist bir diktatörlük altında yaşayan bir ülkede bireylerin ve kurumların nasıl konumlandıklarını ve özgürlük mücadelelerin sürekliliği ve gerekliliğini düşündürtmek gibi faydaları da var. Kısacası, sosyal analizleri unutup seyredilmesi gereken ve o açıdan bakınca da pek de fena olmayan bir film.

(“Wolf” – “Kurt”)

Water – Deepa Mehta (2005)

water“Kocası ölünce kadın da yarı ölü olur”

Kocası ölen bir çocuk gelinin bırakıldığı dullar evindeki hikâyesi.

Çocuk yaşta evlendirilen kızlar, kocası ölen kadınların kocası ile birlikte yakılmak veya “dokunulmazlar” sınıfına girmek tercihleri arasında kalması ve arka planda gelişen Gandhi hareketi. 1938 Hindistan’ında bugün de devam eden iki bin yıllık geleneğin zincirlediği kadınlar.

“Fire” (1996) ve “Earth” (1998) filmlerinin ardından üçlemenin son filmi olarak çekilen “Water” öncüllerinde olduğu gibi Hindistan için hassas konuları ele alarak gelenekleri ve bu geleneklerin yarattığı muhafazakârlığın özellikle kadınlar üzerinde yarattığı baskıları anlatıyor. Bu üçlemenin tüm filmlerinin çekimi ve gösterimi Hindistan ve Pakistan’da yasaklanma, engellenme gibi sorunlarla karşılaştı ve örneğin tamamen Hindistan üzerine olan bu film ancak Sri Lanka’da çekilebildi.

Toplumların genlerine yerleşmiş gelenekleri ve bunların yarattığı felaketleri anlatan, insanları farkındalığa çağıran bu tür filmlerin en sık karşılaştığı risk ne anlattığının nasıl anlatıldığının önüne geçmesi. Bir başka deyişle içeriğin sinema diline baskın çıkması. Bu filmde de anlatılan konu çok önemli ve sık sık konunun bu önemine kendinizi bırakıp filmi sinema değeri açısından değerlendirmeyi unutabilirsiniz. Bu açıdan bakınca filmin içerdiği baskın öğelere rağmen, bu öğelere uygun bir sinema dilini kullandığını ve sinemasal heyacanı ayakta tuttuğunu söylemek mümkün. Konunun genlerinde yer alan folklorik özellikler evet zaman zaman oldukça öne çıkıyor ama bu öğeleri özellikle yabancılara çarpıcı gelecek bir şekilde kullanmak için özel bir gayret gösterilmediği rahatça söylenebilir. Kimi anlarında (ve belki de sayısı daha da fazla olması gereken anlarında) benimsediği belgesel tarzı bu konuda gösterilen dürüst yaklaşımın en iyi kanıtlarından biri.

Anlattığı geleneklerin kalıplarına sıkışmış bir toplumun (ve özellikle elbette kadınların) içinde bulundukları cendereden kurtulma çabasının paralelde ve arka planda hızlanmaya başlayan Gandi hareketi ile birlikte anlatılması akıllıca bir tercih. Bu şekilde, filmin sonunda Gandhi’ye emanet edilenin sadece bir çocuk değil, aynı zamanda tüm o “dokunulmazlar”, tüm o kadınlar ve genel olarak da tüm bir Hint toplumu olduğu düşünülebilir. “Uzun süre Tanrı’nın gerçekliğine inandım. Şimdi ise gerçekliğin Tanrı olduğunu biliyorum” gibi radikal söylemler içeren, tek umutları erkek olarak yeniden doğmak olan kadınların acısını çarpıcı bir dille aktarmayı başaran ve o sorumluluk duygusu taşıyan filmlerden. Filmde sık sık karşımıza çıkan nehir, su ve yağmur görüntüleri kutsal nehirde yıkanarak arınma geleneği ile birlikte düşünülünce, suyun aslında neyi temizlediğini veya temizlemediğini, bu arınmanın gelenek maskesi altında nelerin kamufle edilmesini sağladığını anlamamıza da yarıyor. Bu bağlamda filmin adının da semboller açısından doğruluğuna dikkat çekmek gerekiyor. Filmde küçük dul kızın sorduğu o masum “erkek dulların evi nerede?” sorusu bir biçimde hemen tüm geleneklerin (burada dinlerin de denebilir) erkek bakışlı bir tasarım içerdiğini vurguluyor. Sonuçta düz bir anlatımı olsa da ve “idealist doktor” örneğinde olduğu gibi bazı tipleme seviyesinde kalan karakterler içerse de, benzersiz nehir ve nehir kenarı görüntüleri ile de kesinlikle ilgiye değer bir film.

(“Su”)

Thief – Michael Mann (1981)

thief“Bu dünyada bulaşmak isteyeceğin en son kişiyim”

Hayallerini gerçekleştirmek üzere gerekli paranın eksik kalan kısmı için son işlerini yaparak bu dünyadan kurtulmaya çalışan bir hırsızın hikâyesi.

Michael Mann sonraki filmlerinde sık sık tekrarlayacağı karakteristik özelliklerini bu ilk uzun metrajlı sinema filminde de sergiliyor; geniş görüntüler, perdede kocaman yüz görüntüleri ile sonuçlanan yakın plan çekimler, iktidar kavgası içindeki güçlü erkek karakterler, polisiye bir hikâye. Tüm bu öğeler için bir el alıştırması gibi bu film ve henüz yerli yerine oturmamış bir anlatım var arkasında.

Yönetmen Mann, yapımcı Jerry Bruckheimer olunca bekleneceği gibi karşımızda tam bir erkek filmi var. Burada kastettiğim filmin aksiyon içermesi vs. değil ki bu anlamda çok da ileri gitmiyor zaten. Sorun filmin sadece erkek bakış açısı ile ve erkeklerin duyguları düşünülerek çekilmiş olması. Açıklayıcı örnekler olarak, kadın karakterler hep pasif rollerde ve kötüleri çocuklarını satarken, iyileri ise iyiliklerinin “erkekler tarafından sevilmeye ve korunmaya lâyık olmaları” ile sembolize ediliyorlar. Özellikle “kadını evlenmeye ikna sahnesi” tam bir arabesk/maço karışımı erkeğin ağzından çıkan “seviyorum işte, benim olacaksın” ile özetlenebilecek sözlerle bu söylemek istediğim yaklaşımı açığa vuruyor. Beceriksiz bir yönetmenin ve senaristin elinde sakil ve klişe duracak unsurlar (son bir soygun peşindeki hırsız, kendinden uzaklaştırarak korumak için sevdiğine kötü davranan fedekâr adam vs.) Mann’ın yönetiminde ve Caan’ın oyunu ile kendilerini kurtarıyorlar. Tuesday Weld kırılgan kadın rolünde filmin kayda değer ve sayısı pek de çok olmayan başarılarından birinin sahibi oluyor.

Tangerine Dream grubunun zaman zaman ciddi ölçüde rahatsız edici olan ve özellikle diyalogsuz bölümlerde aralıksız çalan müziği filme kötü bir darbe vuruyor açıkçası. Filmin atmosferi ile hiçbir şekilde uyumlu olmayan bu müzik seçimi ile çok ciddi bir hata yapılmış. Yanlışlıkla ilgisiz bir ses kaydı filme karışmış diye bile düşünebilirsiniz.

Sondaki abartılı intikam sahneleri, yavaşlatılmış çekimlerle bir epik havası verilmeye çalışılan ama pek de başarılı olunamayan görüntülerle bu film vasattan yukarıya çok nadir anlarında çıkabiliyor sadece. Yine de –eğer müziğini kesmeyi başarabilirseniz- temiz görüntüleri ve hayalinin peşinde koşan yenik kahramana övgüsü ile ne olursa olsun bir Mann filmi karşımızdaki. Seyre değer ama amaçladığı kült statüsünün çok uzağında.

(“Hırsız”)