La Sirène du Mississipi – François Truffaut (1969)

lasirene-mississippi

“Onunla mutlu muyum bilmiyorum ama onsuz yaşayamayacağımı biliyorum”

 

Bir gönül postası ilanı aracılığı ile tanımadığı bir kadınla evlenen zengin bir adamın değişen hayatının hikâyesi.

 

Benim favorilerimden biri olan “Baisers Volés” filminin ardından çektiği ve Truffaut’unun filmografisinde öne çık(ama)mış bir çalışma. Filmi kabaca –filmdeki diyaloglara referans vererek- “öküz olmaktansa salak olmayı tercih eden bir adamla” “parayı seviyorum, kazanmayı değil kullanmayı” diyen bir kadının hikâyesi olarak özetlemek mümkün. Karizması yerinde bir Belmondo ile gençliği ve bugün hala yerli yerinde olan cazibesi ile Deneuve ikilisini bir arada görmek başlı başına bir heyecen nedeni ama Truffaut senaryosunu bir romandan uyarladığı bu filmde formunun zirvesinde görünmüyor.

 

Hayranı olduğu Hitchcok’un tarzında bir filmi yapmayı amaçlamış Truffaut ve daha önce ve sonra da onunla çalışmış olan Antoine Duhamel’in müziği de bu yaratılmak istenen atmosferi destekliyor. Neden filmin başyapıt düzeyine çıkamadığını izah edebilecek birkaç husus var. Öncelikle senaryo önce bir gizemin hikâyesi gibi başlıyor ama kısa sürede bu gizemi önce bize sonra filmin karakterlerine açık ediyor. Ardından yeterince iyi işlenememiş bir tutku ve suç hikâyesine dönüşüyor. Diyaloglar da bir parça fazla Avrupalı gibi. Anlattığı tutkunun oluşumu ve devamı için yeterince ipucu vermemesi de bir başka eksi yanı.

 

Tüm bunlara rağmen bir Tuffaut filmi kaçırılmaması gereken bir tecrübedir. Jean Renoir’a ithaf ettiği bu film de başarılı görüntü çalışması, sinemanın unuttuğu bir şeyi, hikâye anlatmayı önemsemesi, sahnenin atmosferine uyan kamera açıları, sinemasal referansları (bir diyalogun içinde yer alan “Love in the Afternoon”, Truffaut’nun da içinde yer aldığı Yeni Dalgacıların favorisi Nicholas Ray’in sinemada seyredilen “Jonny Guitar” filmi), aşkın hâkim olduğu anlarda sizli, tedirginlik ve didişmenin hakim olduğu anlarda senli konuşma inceliği ve şömine önündeki aşk ilânı sahnesi ile görülmesi gerekli Truffaut çalışmalarından biri. Kameranın bazen kayarak bazen varlığını hissettirecek derecede ve seyircinin doğal bakışını takip eden hızla hareket etmesi ve perdedeki görüntüyü odak noktasını vurgulamak için küçültmesi (ve bu anlamda erken dönem Truffaut filmlerini ve onun hayranı olduğu Amerikan B sınıfı filmlerini hatırlatması) Yeni Dalga’nın o keyifli günlerini de getiriyor bize. “Her şey kötü bitse bile sizi tanıdığıma mutluyum” diyebilen herkes için.

(“Mississippi Mermaid” – “Evlenmekten Korkmuyorum”)

The House on Carroll Street – Peter Yates (1988)

house_on_carroll_street

“Size tavsiyem: Daha ileri gitmeyin”

 

Mc Carthy’nin faşizan eylemlerinin Amerika’yı kasıp kavurduğu 1950’li yıllarda bir kadın gazetecinin devlet içindeki bu odaklara karşı bir FBI ajanı ile birlikte mücadelesinin hikâyesi.

 

Özellikle 70’li yıllarda Amerikan sineması devlet kurumlarındaki yozlaşma ve komplolar üzerine başarılı eserler üretti; “Three Days of the Condor”, “Serpico”, “All the President’s Men” vb. Bu film de bu başarılı örneklerin üzerinden gitmeye çalışan ama onların hemen her anlamda çok uzağına düşen bir çalışma veya bir başka deyişle zayıf bir taklidi.

 

Senaryosu ve Kelly Mc Gillis’in vasat oyunu filmi zaman zaman Miss Marple’ın televizyondaki maceralarının yanına taşıyor. Olmasa da olur karakterler (Jessica Tandy’in canlandırdığı yaşlı kadın gibi), kısır ve katkısı olmayan diyaloglar (trendeki yakalama sahnesindekiler gibi) ve olay örgüsünün zaman zaman sığlaşması sanki bir TV filmi seyrediyorsunuz havasının doğmasına neden oluyor.

 

70’lerin liberal sol eğilimli ve yukarıda örneklerini verdiğim filmlerin aksine bu film yönünü ve amacını belirlememiş gibi. Yaratmaya çalıştığı atmosfer örneğin bir Hitchcock filminin çok uzağında ve bu bağlamda gardaki o kaçış ve yakalama bölümlerini bu usta çekseydi ne kadar farklı olurdu diye düşünmemek elde değil. Filmin siyasi ve sosyal yanı da baştaki kısa bölüm dışında tamamen geride bırakılınca ve polisiye yanı da zayıf kalınca geriye keyifli bir seyir için pek bir şey kalmıyor açıkçası.

 

Gerilim anında espri yapan erkek kahraman karakterlerin Bruce Willis’den de önce var olduğunu görmek, Mc Carthy faşizmini ve bunun Amerika’yı nasıl çığrından çıkardığını hatırlamak, “problem sistemde değil insanlarda; bir kahraman gelir ve kötüleri yok eder” mesajına bir kez daha ama bu kez yumuşak bir şekilde maruz kalmak ve 80’ler Reagan Amerika’sının kısmen politik içerikli filmleri bile nasıl dönüştürdüğünü görmek için…

(“İstenmeyen Şahit”)

Au Voleur – Sarah Petit (2009)

au-voleur

“Bir noktadan sonra yaşadığını sana sadece başkaları söyleyebilir”

 

Hırsız bir genç ile ona aşık olan bir öğretmenin kaçış hikâyesi.

 

İlk uzun metrajlı filminde yönetmen Sarah Petit zaman zaman parıltılı anları olan ve ilginç müzik seçimleri ile dikkat çeken ama “yeterince” olmamış bir çalışma ortaya koymuş. İki ana bölümden oluşan filmde (kahramanları tanıdığımız ve kaçış öncesi olayların olduğu bölüm ve sonraki kaçış bölümü) sanki yönetmen de iki ayrı film ortaya koymuş gibi.

 

İlk bölüm oldukça düşük  bir tempoda ve birbirinden nedense kopuk görünen sahnelerle geçerken özellikle filmin kadın kahramanını yeterince tanımamıza imkân verilmiyor ve onun daha sonraki eylemlerini de bu nedenle yerine oturtamıyoruz. Sanki tüm bu bölüm üzerinde fazla durulmadan çekilmiş ve sadece diğer bölüme giriş amacı ile tasarlanmış gibi.  İkinci bölüm ise bir “Bonnie and Clyde” hikâyesi havasında geçiyor ve yönetmenin özellikle görsel becerisinin ön plana çıktığı ve kahramanlarına daha fazla ısınmamıza imkan verdiği bir havası var. Buradaki Bonnie and Clyde havası ile kastettiğim, o filmdeki iki kişinin bir alternatif dünya yaratma çabası.  Filmin hemen tüm başarılı sahneleri de bu bölümde; yiyecek çalmak için girilen bir evde ev sahibi ile karşılaşma, sakin akan bir ırmakta sürüklenen kayık görüntüleri ve tüm bunlara eşlik eden Amerikan folk şarkıları.

 

Sürekliliği sağlamak konusunda sıkıntıları olan, bir türlü akması gerektiği gibi akmayan bu film Guillaume Depardieu’nun son filmi ve bu talihsiz genç oyuncunun anısına ve belli sahneler ile sınırlı da olsa görsel atmosferi için seyredilebilir.

(“A Real Life”- “Gerçek Hayat”)

Innocence – Lucile Hadzihalilovic (2004)

innocence

“İtaat mutlu olmanın tek yoludur”

 

Yatılı bir okulda büyüme sancısı içindeki küçük kızların hikâyesi.

 

Takibi seyircide de çaba gerektiren, yorumlaması daha da zor olan filmlerden. Metaforların, allegorilerin (belki bir kısmı filmi yapanların kontrolünün ve amaçladıklarının ötesinde) uçuştuğu, nerede ise her bir anı, olayı, karakteri için biribirinden bağımsız yorumların yapılabileceği ve “bir filmi anlamak ve okumak” üzerine düşündüren filmlerden. Tüm bunların ötesinde bir derdi olan, seyircinin yönetmenin getirdiği noktadan ileriye taşıyabileceği filmlerden.

 

İlginç bir açılış jeneriği ile başlayarak filmde tüm emeği geçenleri filmin sonunda değil başında gösteren ve bu anlamda belki de bitişi ile birlikte sizi aniden bir bilinmez boşlukta bırakmayı amaçlayan film tüm sahnelerinde gerilim/mistisizm/korku/bilinmezlik kavramları ile ve bu bağlamda seyircisi ile oynayıp duruyor. Uyarlandığı kısa hikâyede olduğu gibi filmde de hikâyenin sonu açık ki filmin tümü düşünüldüğünde aksi doğal olmazdı diye düşünüyorum. Zaman zaman Tarkovsky filmlerini çağrıştıran bir görselliği barındıran film hemen hiçbir anında bu görselliği tüm o video klip estetiği taşıyan filmlerin aksine tek başına bir seyir unsuru yapmayıp atmosferi yaratan diğer unsurların (kamera açıları, senaryo, oyunculuk, diyaloglar vs.) destekçisi olarak kullanıyor.

 

Hikâyeyi bir yatılı okulda büyüme sancısı içindeki genç kızların hikâyesi olarak düz bir mantık ile okumak da mümkün ve zaman zaman sizi buna yönlendiriyor film ama bir yandan da tüm o tabutla varış sahneleri, kızlar arasındaki hiyerarşiyi gösteren farklı renkteki saç kurdeleleri, diğerlerinin hiç gösterilmeyen yüzleri, bekleneceğinin aksine bale performanslarının sıradanlığı ve tüm o yasaklar hep başka şeyleri işaret ediyor.

 

Tüm bu bilinmezliğin yanında film aslında başta ismi ile olmak üzere konusunu açıkça beyan ediyor. Tüm o beyaz elbiseler, örgülü saçlar, kurdeleler, genç kızlığa geçişin öncesindeki farklı yaşlardaki kızlar; evet film masumiyet ve masumiyetin yitirilişi üzerine. Masumiyetin yitişi de filmin sonundaki genç erkeklerle karşılaşma sahnesi ile vurgulanıyor olsa gerek.

 

Beyaz elbiseler ve ortadan kaybolanlar ile “Picnic at Hanging Rock” filmini de çağrıştıran ve ses kurgusunun başarısı ile de dikkat çeken filmin size neleri çağrıştıracağı, metaforlar konusunda kendinizi ne kadar rahat hissedeceğiniz tamamı ile birikiminize de bağlı bir yandan. Darwin’in doğal seleksiyonu da çıkabilir karşınıza, Tarkovsky filmlerindeki görüntü ve metafizik çağrışımların birlikteliği de. Tüm o yasaklarla birlikte her okulun aslında şu ya da bu düzeyde bir küçük faşist topluluk örneği olduğunu da hatırlayabilirsiniz, büyümenin ve özellikle bir genç kız olmanın hüznü ve korkutuculuğu üzerine de düşünceler geliştirebilirsiniz.

 

Belki  kurguda bir parça daha kısaltılsa daha da etkileyici olabilecek olan film  yorucu ama heyecanlı bir seyirlik. Çocuklar ve cinsellik konusunda rahatsız edici çizginin öncesinde dursa da tedirgin edebiliyor bu anlamda ama konusunu düşününce hoş görülebilir bir durum bu. Doğanın başarılı kullanımı ile de hatırlanacak, çocukluk/genç kızlık/kadınlık üzerine etkileyici bir film.  Etkileyiciliği aslında kendinizi filme bırakmanıza da çok yakından bağlı; düz mantık ile yaklaşılırsa, sıkıcılık ve anlamsızlık gibi iki korkutucu duygu kapıda hazır bekliyor.

(“Masumiyet”)