Cztery Noce z Anna – Jerzy Skolimowski (2008)

cztery-noce-z-anna

“- Niçin 4 kez odasına gizlice girdin?  – Aşk”

 

Krematoryumda çalışan bir Polonya’lının röntgencilikle başlayan ve gizlice eve girmeye kadar uzanan karşılıksız aşkının hikâyesi.

 

Ünlü yönetmen Skolimowski’nin yetmiş yaşında çektiği film karanlık bir atmosferde geçen ve özellikle son sahnesi ile “imkânsızlığı” vurgulayan bir çalışma. Hemen tümü ile gri ve karanlık renklerin hâkim olduğu mekanlarda (bunun tek istisnasının mahkeme salonu olması filmin karanlığına ek bir katkı yapıyor) geçen hikâye kahramanının içinde bulunduğu umutsuzluğun sürekli altını çiziyor. Yatalak bir büyük anne, eskimiş ve dökülmekte olan evler, çalışmayan eski bir araba, etraftaki tecavüz, kaza ve ölümler, hayata gayri meşru doğarak mağlup başlayan bir adam, krematoryumda bir iş vs.

 

Köhnemiş mekanlarda geçen bu filmde tüm bu olumsuzluklara rağmen kendi yalnızlık ve sevgi ihtiyacını bu sevginin nesnesi olan kişinin haberi olmadan ve haberi olduğunda da itirazına rağmen aşmaya çalışan bir adamın hikâyesi kesinlikle bir “kendini iyi hisset filmi” değil. Asgari seviyede tutulan diyaloglar da seyri kolaylaştırmıyor ama bu diyaloglar çıkarıldığında bile bir şey kaybetmeyecek olan film seyircisini yine de içine çekmeyi başarıyor.

 

Klasik temalı müzik çalışması filmin atmosferine ilave bir vurgu getiriyor ve kahramanının bu bireysel görünen hikâyesini belki de yoksulluk ve sevgisizlik ortamında yaşayan tüm insanların ortak hikâyesine dönüştürüyor. Filmdeki tek “mutlu insanlar” görüntüsünün uzaktan çekilen ve kahramanının sevdiği insanı gizlice gözetlediği sahne olması bu insanların sadece başkalarının mutluluğu ile yetinmek durumunda kalacağını söylüyor sanki.

 

Sevmek ama sevilmemek, sevginin egemen olmadığı bir dünyada sevilmeyi bile anlayamamak ve başkalarının hayatına onların izni olmadan ne kadar sızılabileceği üzerine bir film bu. Sevginin ret edilmesi üzerine uzun uzun düşünme fırsatını da sağlayan film, içerdiği hüzün, sakinlik ve “boşluk” ile seyircinin de çaba göstermesini gerektiriyor.

(“Four Nights with Anna” – “Anna ile Dört Gece”)

An Education – Lone Scherfig (2009)

aneducation

“Bunca şarkı ve bunca şiir, pek de uzun sürmeyen bir şey için”

 

1960 başlarında İngiltere’de Oxford’a girme telaşındaki liseli bir genç kızın büyüme ve yolunu şaşırma hikâyesi.

 

Öncelikle filmdeki rolü ile onlarca ödül kazanmış olan Carey Mulligan’a değinmek gerek. Canlandırdığı roldeki zekâ ve kültürü yansıtma biçimi, flört/aşk/kadın olma aşamalarını dile getirmekteki olağanüstü parıltısı, girdiği/içine sürüklendiği  bohem hayatı tanıma ve tadını çıkarma sahnelerindeki doğallığı ile filmi tek başına hayli üst bir çizgiye taşıyor. Babası rolündeki Alfred Molina başta olmak üzere diğer tüm oyuncular da ona bu başarısında eşlik ediyorlar. Sevgilisi rolündeki Peter Sarsgaard ile özellikle tatlı dili ile yalanlarını sıraladığı sahnelerde sevimliliği ile ön plana çıkıyor.

 

BBC yapımı olan hemen tüm filmler gibi minimum bir kaliteyi zaten bize garanti eden film gazeteci Lynn Barber’ın anılarından ünlü yazar Nick Hornby tarafından uyarlanmış bir gerçek hikâye üzerine kurulu. Kendisinin iki katı yaşında bir adam tarafından kandırılarak eğlence ve zevk dünyasının içine sokulan bir genç kızın tüm dönüşümlerini başarı ile yansıtan bir senaryo söz konusu ve bunda Nick Hornby’nin usta kaleminin de ciddi payı olsa gerek.

 

Hayli başarılı bir jenerik ve dönemin ruhuna uygun orijinal bir müzik ile açılan film, genç kızın zeki/kültürlü/entellektüel karakterine uygun bir biçimde yumuşak kamera hareketlerini içeren incelikli bir anlatıma sahip. Dogma 95 akımı ile sinemaya başlayan Danimarka’lı yönetmen Lone Scherfig bu akımın tarzından tamamen farklı bu filmde sanki her bir farklı sahne için o sahnenin ruhuna uygun ayrı bir anlatım tarzını benimsemiş ve bunun üzerinde tüm detayları ile düşünmüş gibi görünüyor.

 

“Kadınların okuması” üzerine dönemin anlayışını da farklı karakterler (aile, okul müdürü, bohem sevgili) ve farklı ortamlarda sık sık sorgulayan film karakterinin ağzından “bize öğretiyorsunuz ama neden öğrenmemiz gerektiğini öğretmiyorsunuz” cümlesi ile üzerinde düşünülmesi gereken bir konuyu da gündeme getiriyor.

 

Büyüme, kadın olma, entellektüellik, baştan çıkarılma, yalanlar ve aldatılma üzerine bu incelikli film kesinlikle seyre değer. Aynı zamanda 60’lı yılların müzikleri ve o yıların atmosferi ve elbette Paris sahneleri için ve bir de “aşkta aldatılmanın” hüznünü hissetmek için…

(“Aşk Dersi”)

Prima Primavera – Janos Edelenyi (2009)

primaprimavera

“Burada geri dönen ruhları pek sevmezler. Özellikle de kendi kapılarına dayanırlarsa”

 

Zekâ ve tavır olarak çocuk kalmış yaşlı bir adam ile adamın annesinin öldüğü bir banka soygununa karışmış bir genç kızın birlikte kaçış hikâyesi.

 

Bir TV filmi çizgisinde ve kalitesinde ilerleyen film öncelikle kendi türünü belirleyememiş olması ile dikkati çekiyor. Filmi bir yol filmi, bir polisiye, bir dram, bir komedi ve bir romantik komedi olarak görmeniz mümkün filmin farklı anlarında. Sorun filmin belli bir türü olmamasında değil, tüm bu farklı türlerin her birinin farklı anlatım biçimleri ve yaklaşımlarının filmde karşımıza çıkması ve bunun da filmin savruk bir anlatıma sahip olmasına neden olması. Senaryonun yeterince güçlü olmaması, olay örgüsünün basitliği ve belli bir odak noktası seçilmeyip farklı konular arasında filmin odağını kaybetmesine neden olunması da filmin diğer zayıf yanları. Buna bir de filmin atmosferi ile pek uyumlu olmayan ve daha çok büyük bütçeli Hollywood dramlarına yakışacak müziği de ekleyince bu sık sık politik doğrucu tavır takınan filmden geriye kalan tek şey sanki yaşlı adamı başarı ile oynayan Andor Lukáts’ın performansı.

Casomai – Alessandro D’Alatri (2002)

casomai

“Kaygan bir zeminde kusursuz bir uyum içinde olan artistik patinaj çiftleri gibi…”

 

Evlenmek üzere olan genç bir çiftin karşılaştıkları bir rahip aracılığı ile ilişkileri, evliliği ve aile kurumunu sorgulamalarının hikâyesi.

 

Romantik komedi formatında başlayıp arada “sorgulamaların” ağır bastığı dram bölümleri ile ilerleyen ve yine romantik komedi tadında biten bir film. Geriye dönüşler ve zamanda ileri sıçramalarla örülmüş bir anlatımı olan film zaman zaman parıltılı anlar içeren ama genelde vasatın bir parça üzerinde bir romantik komedi olarak kalmış. Filmin başında beliren rahip bir Robin Williams karakteri ile karşı karşıya kalacağımız korkusu yaratsa ve filmin bazı kilit bölümlerinde bu korku gerçekleşse de kalıcı bir kötü iz bırakmıyor bu durum.

 

Flört, sevgilinin arkadaşları, aileler, kariye/evlilik ikilemi, çocukla değişen hayat, dışarıya kapanma gibi konuları bazen çarpıcı bir kurgu ile anlatan film (özellikle çiftin yataktaki sorgulama sahnesi ve “onun arkadaşları” ile tanışma sahnesinde) bu çarpıcılığını tüm sahnelere yayamıyor ve bu da zaman zaman sıkıntı verebiliyor.

 

Buz dansı çiftinin sürat pateni yarışı yapan bir çifte dönüşmesi veya Truffaut’ya saygı anlamında onun benzersiz ve bir evliliği konu alan “Domicile Conjugal” filminin afişinin bir sahnede görünmesi gibi inceliklere sahip olan film, temel olarak iki bireysel hayatın birleşmesinin zorluklarını ele alan ama bir romantik komedi olmasının doğal sonucu olarak mutlu sonlanan bir çalışma. Filmdeki gibi Robin Williams kılıklı rahipler gerçek hayatta var mıdır bilmiyorum ama bu karakter hem filme zaman zaman ihtiyaç duyduğu hafifliği katmış hem de öte yandan filme gereksiz bir Hollywood etkisi vermiş. Sonuçta hafif, zaman zaman eğlendiren ve düşündüren, “mükemmel ilişki yoktur ama ilişkisiz de olmaz” mesajını tekrarlayan ama kalıcılığı tartışmalı bir film.

(“If by Chance” – “Benimle Evlenir misin?”)