Il Grande Sogno – Michele Placido (2009)

“Devrim büyük bir rüya ama sonra uyanıyorsun”

1968 yılında tüm dünyayı saran devrim rüyasının İtalya’daki yansımalarının hikâyesi.

Daha çok oyunculuğu ile tanınan İtalyan sinemacı Michele Placido’dan devrim rüyasının parçası olan bireyler üzerine yetersiz kalmış bir deneme. Hikâyenin iki temel kahramanı, aktör olmaya çalışan bir polis ile olayların göbeğinde aktif olarak yer alan bir üniversite öğrencisi, arasındaki aşkın da paralelde anlatıldığı film temasını yeterince işleyememiş ve bir parça yüzeysel kalmış görünüyor.

Filmin temel eksikliği hikâyenin akışında sahneler arasındaki geçişlerin gerektiği kadar akıcı olmaması veya bir başka deyişle kopuk olması. Sanki yönetmen her sahneyi kendi başına ele almış ve çekmiş gibi görünüyor. Bu tercih de hem “devrim” gibi büyük bir rüyanın kendi doğal çekiciliğini hem de devrim rüyası sırasında –en azından başlangıçta- karşı taraflarda olan iki insan arasındaki aşkın çekicilik potansiyelini zayıflatıyor. Aşkın veya polisin dönüşümünün ne zaman ve neden başladığını anlamak da pek kolay olmayınca film senaryosunun zayıflığına yenik düşen bir çalışma olarak kalmış. Yönetmen seyirciye sinemasal bir heyecan duygusu geçiremeyince ve senaryo da işte böyle zayıf olunca ortaya vasat bir film çıkmış sonuç olarak. İlk sevişme anına denk gelen polisin üniversitedeki boykotu basması sahnesi veya polisin kendini savunmak için “tam sana itiraf edecektim ki” diye başlayan diyalogları hikâyenin yapay çarpıcılık çabasının ve inandırıcılık alanındaki eksikliklerinin diğer örnekleri. Tüm bunlara bir de erkek kahramanın aktörlük okulundaki hocası ile ilişkisindeki hocanın öğrenciyi baştan çıkarması gibi ergen fantezileri eklenince hikâyenin pek elde tutulacak bir yanı kalmıyor doğrusu.

Tüm bunlar bir yana filmi cazip kılan bir yan var yine de; anlatmaya soyunduğu ama etkili bir görsellik ile aktaramadıkları: devrim, isyan, boykot, provokasyon, iktidar gibi bizleri de yakından ilgilendiren (veya ilgilendirmesi gereken) kavramlar. Arada gerçek görüntülerin de eşlik ettiği boykot, direniş sahneleri filmin geneli ile kıyaslandığında nispeten daha başarılı ve o günleri yaşamış veya üzerine düşünmüş insanların gönül telini titrecek görüntüler sunuyor. 60’ların kimi klasikleşmiş şarkılarından oluşan başarılı bir müzik bandı eşliğinde ama iyi kurgulanamamış bir şekilde anlatılan hikâye yine de ilginç olabilir konusu nedeni ile ama filmin arkasında bıraktığı temel izlenim başka maalesef: “Devrim çok daha iyi bir sinemayı hak ediyor”

(“The Big Dream” – “Büyük Hayal”)

Blessed – Ana Kokkinos (2009)

“Kötü olan fakirlik, kötü olan açlık, kötü olan iyi bir eğitim alamamak”

Yedi “kayıp” çocuk ve annelerinin hikâyesi.

Tek bir günün hikâyesi bu film. Önce “Çocuklar” başlığı altında çocukların gözünden, daha sonra “Anneler” başlığı altında annelerin gözünden anlatılan bu tek bir günün finalinde her iki taraf bir araya getiriliyor ve hikâye trajik olduğu kadar mutlu ve kötümser olduğu kadar iyimser bir son ile kapanıyor.

“Who’s Afraid of Working Class” adında bir tiyatro oyununa dayanan senaryonun oyunun sinemasal karşılığını çok başarılı bir şekilde oluşturduğunu belirtmek gerek öncelikle. Evet karakterlerin konuştuğu, tartıştığı ve diyalogları çok olan bir film bu ama hem diyalogların güzelliği hem de tüm bu konuşmaların görsel karşılıklarının etkileyici bir biçimde yaratıldığı bir yönetim anlayışı filmi özellikle kimi anlarında has sinemanın tadını taşıyan bir noktaya götürüyor. Hikâyenin anlatmayı seçtiği ailelerin acıda buluşmak gibi bir ortak noktaları var ama hikâyeye politik bir yan getiren bir ortak özelliği daha var ailelerin; filmin konu ettiği ailelerin orta veya alt sınıftan olmaları, daha net bir deyişle filmin dayandığı oyunun adının da belirtttiği gibi çalışan sınıftan olmaları. Bu politik boyuta bir ilave de filmin karakterlerinden birinin Marx’tan Lenin’e ve Kafka’ya ünlü yazarların kitapları ile dolu olan evi. Evde oturan yaşlı kadının çocuklardan birine okumaya başlaması için vermeyi tercih ettiği ilk kitabın John Steinbeck’in “The Grapes of Wrath – Gazap Üzümleri” romanı olması ve son olarak hikâyenin Avustralya’nın yerlilerine yapılan haksızlıklara da uzanan boyutu filmi politik açıdan dürüst ve tutarlı bir noktaya taşıyor. Özetle bu kaybolan çocukların Amerikan sinemasının anlatmayı tercih ettiği “zengin ve güzel ailelerden” değil sıradan orta veya alt sınıflardan seçilmiş olması filmin gerçekçiliğine de ciddi bir katkıda bulunuyor.

Ailelerin içinde bulundukları koşullardan kaynaklanan acıları, hataları ve günahlarının sonuçlarını doğrudan üzerlerinde hisseden çocukların içkiden sigaraya, hırsızlıktan cinsel istismara uzanan yoksul ve acı hikâyeleri film boyunca sürüyor. Tüm bu trajedi belki bir parça fazla gelebilir seyredene ama filmi bu tür bir trajik hikâyenin üzerine oynayan pek çok ticari filmden farklı kılan boyutları var ve bu boyutlara erişmesini sağlayan iki de temel unsur: samimiyeti ve tüm ekip olarak çok başarılı bir performans veren kadrosu. Samimi bir film bu çünkü daha çok çocuklarının yanında durur gibi görünse de anneleri ve genelde aileleri de anlamaya çalışıyor; içinde bulundukları koşullar ve genel olarak ekonomik düzenin kurbanlar olarak gösteriyor onları da. Evet çocuk ve genç oyuncuları ile tüm oyuncu kadrosu başarılı ama özellikle Frances O’Connor’dan söz etmek gerek; hikâyenin en trajik acılarını yaşayan kahramanını yürek parçalayıcı bir güzellikte canlandırıyor, özellikle hastane ve gece kulübü sahnelerinde.

Ruhları örselenmiş büyüklerin ve onların ruhları parçalanmış çocuklarının bu hikâyesi tüm film boyunca taşıdığı ve seyredene de geçirdiği trajik ve karamsar havayı finalde belki biraz fazla kolay ve çabuk dağıtıyor ama sanırım hem filmin hem seyredenin ihtiyaç duyduğu sahneler bunlar ve bu nedenle zorlama görünmüyor ve rahatsız etmiyor bu seçim.

Paralel olarak anlattığı hikâyelerin kahramanlarını doğrudan bir iletişim içine sokmayan senaryonun sanki tek bir hikâyeyi aktarıyor gibi görünmeyi başardığı, hastanede geçen tüm sahne veya bardaki para sahnesi gibi çok iyi çekilmiş ve anlatılmış görünen anlara sahip olan filmin en temel başarısı, ticari sinemanın özenmemiz için yaratılan yapay dünyalarını değil gerçek dünyaları getirmesi karşımıza. Annelik üzerine korkunç güzel sahneleri olan bu film karanlık ve sarsıcı bir etkiye sahip ama bir dürüst ve samimi tavır ile karşımıza getirildiği sürece bu çarpıcılığın sadece olumlu bir etkisi olabilir. Çocuklardan birinin hırsızlık için girdiği evde evin sahibine “Das Kapital” kitabını fırlatması gibi hoş politik duruşları da olan film seyretmek ve düşünmek için.

(“Kutsanmış”)

Turtle Diary – John Irvin (1985)

“Kimse kaplumbağalarla ilgilenmiyor; bakıcı, sen ve ben hariç”

Hayvanat bahçesinin akvaryumundaki deniz kaplumbağalarını özgürlüğüne kavuşturmak isteyen iki insanın hikâyesi.

Senaryosunu ünlü İngiliz oyun yazarı Harold Pinter’ın Russel Hoban’ın bir romanından uyarladığı film iki yetişkin insanın ortak amaçlarının peşinde koşarken bir yandan da kendilerini sorgulamalarını ve kendi bireysel mutluluklarını keşfetmelerini anlatan bir çalışma. Pinter’ın imzası onun senaryosunu yazdığı ve sinema tarihinde iz birakan kimi filmler seviyesinde bir beklenti yaratmamalı. Burada daha alçak gönüllü, daha “sıradan” karakterlere yer veren ve sorgulayıcı/eleştirici bir tavırdan çok anlatan bir hikâye söz konusu çünkü.

Çocuk kitapları yazan bir kadın ile kitapçıda çalışan bir adamın ortak hikâyesi bu. Orta yaşlı bu iki insanın ve özellikle erkeğin filmin başlarında genellikle karanlık resmedilen hayatları giriştikleri işten sonra aydınlanıyor ve her ikisi de öylesine gelişen bu çocukça girişimlerinden yeni ve güçlü bir hayat enerjisi elde ediyorlar sanki. Evet çocukça bir girişim bu; karakterlerin planlarını konuşurken, gerçekleştirirken ve sonrasındaki yüz ifadeleri hınzır bir oyun peşinde koşan iki sevimli çocuğunkilerden farksız. Glenda Jackson ve Ben Kingsley’in olgun ve keyifli performanslarının sürüklediği filmde yan karakterler de genellikle iyi işlenmiş ve bir şekilde her birinin küçük hikâyeleri yerini almış filmde. Müziğinin de desteği ile tedirgin bir havada ve sanki derin bir psikolojik dram anlatır bir havada başlayan film yavaş yavaş iyimserliği öne çıkaran, sevgiyi bulmayı ve bunu bir amaç için ortak bir mücadele içindeyken başarmayı öne çıkaran bir yolda ilerliyor daha sonra. Burada takdir edilmesi gereken özel bir durum da hikâyenin iki baş kahramanının aşkı birbirlerinde bulmak gibi kolaycı bir yola sapmadan yapması bunu.

Küçük komedi anları ile, keyifli oyunculukları ile, kaplumbağaların denize bırakıldığı kısa ama etkileyici sahnesi ile ilgiye değer bir film. Tüm baş ve yan karakterlerin işte bu kaplumbağalar gibi kendilerini denize salıp özgür kalacak birilerini beklediği bu filmde kimileri başaramaz ve küçük akvaryumlarında kalırken, kimileri özgürlüğün özlemi ile yok olurken kimileri de sevginin gücü ile elini uzatıyor veya uzatılan eli tutuyor. Bir parça televizyon filmi havası taşısa da vurgulamayan basit anlatımı ile küçük ve seyre değer bir film.

(“Kaplumbağa Güncesi”)

Life as a House – Irwin Winkler (2001)

“Sevgimden kuşkulanmana neden olmam hatalarla dolu hayatımın en büyük hatasıydı”

Ölmek üzere olduğunu öğrenen bir adamın eski hatalarının sonuçlarını düzeltme ve geride bir şeyler bırakma çabasının hikâyesi.

Sinemanın özellikle de Amerikan sinemasının favori temalarından biri karşımızda. Ölümcül hastalığı olan bir kahraman -favori hastalık kanserdir elbette-, eski hatalar, ölmeden önce yapılması gerekenler ve kuşkusuz “sevgi her yarayı iyileştirir” türünden bir mesaj. Bu film de tıpatıp bu yolu izleyen ve başta Kevin Kline ve Hayden Christensen olmak üzere iyi performanslar ve profesyonel bir anlatım ile desteklenmiş bir çalışma.

Amerikan sineması hep kural dışı olanın yanında durur gibi davranır ama bu kural dışılığın ancak yine kuralları koyanlar tarafından belirlenmiş kuralsızlığın çerçevesi içinde var olabildiğini söylemez. Benzer biçimde sistemin sorunlarını gösterir gibi yapar ama çözümü ya hiç söylemez ya da yine sistemin kendisini işaret eder çözüm kaynağı olarak. Yirmi yıldır çalıştığı bir işyerinden birdenbire atılıveren bir adamın acısı kısa bir saldırganlık ile rahatlatılır veya bireyselliğin zirvede olduğu bir toplumda insanlar arası ilişkilerin kötü doğası “sapık komşu” örneğinde olduğu gibi kendiliğinden gelişen güzel tesadüflerle iyileştirilir bu filmde olduğu gibi. Özellikle ikinci yarısında zaman zaman “mahalleli güçlülere karşı omuz omuza” atmosferi ile Kemal Sunal’ın çok daha dürüst örneklerini verdiği filmleri hatırlatan bu film Amerikan sineması ve televizyonunun insanların birbirine sarılması (hem mecazi anlamda hem de kelimenin gerçek anlamında) ile her şeyin yoluna gireceğini savunan örneklerinden.

Sıkı bir soundtrack eşliğinde anlatılan hikâyenin pek ciddiye alınacak bir yanı yok ve gereğinden fazla güzel görüntüleri iç bayabilir bir süre sonra ama ne olursa olsun filmi seyre değer kılan bir şey var: evin konumu. Okyanus kenarındaki o konum hani uğrunda kanser bile olmaya değecek güzellikte. Görüntüdeki renklerin yapaylığına veya kartpostal manzaralarına özenmeye hiç gerek yokmuş açıkçası. Bunca sevgi mesajının ağır dozdan öldürebileceğini unutmadan ve şöyle biraz keyiflice gözyaşı dökme arzusu duyulduğunda seyredilebilecek filmlerden. Yoksa hikâyedeki zorlamalara takılırsanız kendinizi aldatılıyor hissedebilirsiniz.

(“Yeni Bir Yaşam”)