Love in the Afternoon – Billy Wilder (1957)

“Paris’in diğer büyük şehirlerden bir farkı yoktur ama burada insanlar daha iyi yemek yer ve daha çok sevişir”

Parisli bir genç kızın kendinden hayli yaşlı bir playboy’a aşık olmasının hikâyesi.

Hollywood bir kez daha Paris’te; erkek Amerikalı kadın Parisli, erkek yaşlı kadın genç (filmin çekildiği tarihte Garry Cooper 56, Audrey Hepburn 22 yaşında) ve Maurice Chevalier o dönemin Fransa’da geçen hemen tüm Amerikan filminde olduğu gibi burada da yerini almış. Tüm bunlar o dönemin ortalama bir Amerikan seyircisinin beklentilerine gayet uygun. Filmin bu “klişelerini” bir parça değiştirseniz ve erkeği Fransız kadını Amerikalı, erkeği genç kadını yaşlı yapsanız ve Chevalier yerine de örneğin Bob Hope geçse ortaya bu ortalama seyircinin ilgi alanının çok uzağına düşen ve onun ölçülerine göre hayli marjinal görünecek bir film çıkardı.

Yönetmen Billy Wilder’ın bir kez daha senarist I.A.L. Diamond ile iş birliği yaptığı film romantizmi komedisine ağır basan ve hem Wilder’ın yönetimi hem de ondan çok daha fazlası ile Audrey Hepburn’ün oyunu ile zarafet kazanan bir çalışma. Hepburn masum ve duygusal karakterini tam da kendisinden beklenecek bir zariflik ile canlandırıyor ve filme hem oyunu hem güzelliği ile gerçek bir incelik katıyor. Gary Cooper bilinen standardının hayli altında ve “yorgun” bir oyun veriyor film boyunca. Chevalier ise bildiğimiz Chevalier ve her an Fransızca aksanlı bir İngilizce ile aşk üzerine bir şarkı patlatacak gibi duruyor. Filmin Hepburn ile birlikte öne çıkan oyuncusu ise şüphelenen koca rolündeki John McGiver; göründüğü her sahne filmin bazen başarılı bazen aksayan romantizm yanının önüne geçen keyifli komedi anlarına dönüşüyor. Romantizm ise Hepburn tarafından yaratıldığı her sahnede Cooper tarafından yok ediliyor sanki.

Wilder yine kimi eğlenceli sahnelere imza atıyor filmde. Örneğin Cooper’ın Hepburn’e “yaklaşmaya” çalıştığı ilk sahnede ikilinin masanın etrafında dönerek ve içki içerek yürüdüğü sahne ve Hepburn’ün yavaş yavaş aşkın çekimine kapılması oldukça eğlenceli. Kıskanç kocanın otelde karısını ve aşığını basma sahnesi de kimi has komedi anlarına vesile oluyor. Wilder filmde karakterlerini aynadaki veya camdan yansıyan görüntüleri ile de sık sık getiriyor karşımıza ve özellikle sahnedeki diğer karakter yansıması ile değil kendi doğal görüntüsü ile görüntüde iken. Burada özel bir amaç var mıdır yoksa sadece bir şıklık mı hedeflenmiştir bilmiyorum ama filme bu sahnelerde bir Avrupalı hava kattığı açık bu seçimin.

Süresi bir parça fazla uzun olsa da Wilder ve Diamond iş birliğinin özellikle senaryodaki başarı ile kendisini gösterdiği ve hikâyenin sakin bir su gibi akmasını sağladığı, genç kızın adama bu adam Garry Cooper olsa bile aşık olmasına canınızın sıkılabileceği ve Hepburn’e aşık olmamanın imkânsızlığını bir kez daha gösterecek bir film. İstasyondaki veda sahnesi filmin sonundan bağımsız tek bir mesaj veriyor: Bu sahnedeki Hepburn’ü hiçbir erkek terkedemez.

(“Öğleden Sonra Aşk”)

Whatever Works – Woody Allen (2009)

“Babam sabahları gazetelerde okuduğu haberler yüzünden intihar etti. Bunun için onu suçlayabilir misiniz?”

Woody Allen’dan aşk, seks, muhafazâkar iki yüzlülük, depresyon, karamsarlık ve hayat üzerine bir New York hikâyesi.

Larry David’in sürüklediği ve uzun metrajlı bir film süresine sahip bir stand-up seyrediyor gibi hissedeceğiniz bir film. Bu stand-up imajını yaratan üç temel unsur var: Larry David’in varlığı ve oyunu, aralıksız süren konuşmalar ve yine David’in film boyunca sık sık doğrudan seyirciye hitap etmesi. Hal böyle olunca da bir sinema tadı almanın çok da peşine düşmemek gerekiyor filmi seyrederken. Larry David’in canlandırdığı karakter Woody Allen’ın kendisi olsa gerek çünkü Allen’ın kendisi için çizdiği veya medyanın/eleştirmenlerin onun için çizdiği imajı birebir taşıyor bu karakter; şüpheci, hastalık hastası, kötümser, alaycı, zeki ve komik. Bir de kahramanın kendisinden çok küçük bir genç kız ile ilişkisi var elbete Allen’ı hatırlatan.

Baştan sona bir ilişkiler galerisi bu film. Norm dışı ilişkilerden (zekâ, hayat anlayışı, kültür ve yaş açısından uyumsuz bir ikili, eşcinsel bir ilişki veya üç kişilik bir diğer ilişki gibi) “normal” ilişkilere Allen’ın belki çok derin olmayan ama kesinlikle eğlendiren analizlerine kaynaklı eden beraberlikler finalde herkesin gönlüne uygun bir noktaya kavuşurken film baş kahramanının kötümserliğini de dengeliyor bir bakıma. Gerçi bu kötümserlik filmin adının da vurguladığı gibi “Ne olsa işe yarar” yaklaşımı ile kötümserlikten oldukça uzak bir noktaya taşınıyor ve tutunulabilecek her sevginin ve mutluluğun en ufak bir parçasına bile sarılmayı öğütlüyor film ama bir yandan da tüm zeki (veya kendisini zeki gören) insanların muzdarip olduğu “zekânın doğurduğu mutsuzluk ile aptallığın doğurduğu mutluluğu” karşılaştırma hastalığının da etkisini taşıyor. Kesinlikle bir Annie Hall değil ama ortalamanın üzerinde bir Woody Allen filmi.lAllen keşke Avrupa maceralarından sonra New York’a döndüğünde sadece “alaycı bir karakterin” hikâyesi ile sınırlamasaymış kendisini.

“Woody Allen’dan Deyişler” adlı bir küçük kitabı dolduracak sayıda esprili tespitlerin, felsefi yaklaşımların ve her bir karakteri için düşünülmüş küçük hikâyelerin yer aldığı film tipik Allen çalışmalarından biri. Hikâyesinin inandırıcılığına, örneğin annenin o müthiş dönüşümü ile ulaştığı noktada kızının çok doğru bulacağı ilişkisine itirazının devam etmesine, takılmadan bir sözlü espri dizisini seyretmek için ideal, keyifli oynanmış bir film özetle.

(“Kim Kiminle Nerede?”)

Pane e Tulipani – Silvio Soldini (2000)

“Gittiğinizden beri hayatım bir bataklığa dönüştü. Geceler azap veriyor, gündüzler geçmiyor”

Bir ev kadınının rutin hayatından kaçıp mutluluğu arama hikayesi.

Çoğunlukla romantik komedi tadında ilerleyen film konusuna pek de bir orijinallik katmayan, kaçırdıklarını çok da geç olmadan yakalama telaşına düşen sevimli karakterini takip eden, komedi dozunu düşük tutup romantizme bir parça daha fazla ağırlık veren bir çalışma. Ödüllere boğulmuş bu filmin iyimserliği, sıcak havası ve iki baş oyuncusunun (Licia Magletta ve Bruno Ganz) keyifli oyunlarına yaslanan tavrı filmi çok da üst düzeyde bir kategoriye koymuyor doğrusu ama rahat seyredilen bir eser özetle.

Sakar kahramanımızın bir aksiliğin sonucunda başlayan hikâyesi temel olarak Venedik’te geçiyor ama yaratıcıları Venedik şehrini bir kartpostal dizisi olarak veya turistik görüntüler eşliğinde değil, yaşayan herhangi bir şehir olarak göstererek saygı duyulacak bir seçim yapıyorlar. Kahramanımızın kısa bir süre yalnız kalma arzusu ile başlayan ama kendisinden esirgediklerini, kaçırdığı mutluluğu ve mutsuz bir ev kadınından mutlu bir çiçekçiye dönüşme ihtimalini fark etmesi ile devam eden hikâyenin sevimliliğine ve sıcaklığına, ve hikâyeye serpiştirilen küçük/sevimli/garip karakterlere temelde bir itirazım yok ama tüm bunların toplamda kendisini seyrettirmeyi başaran bir film yaratma dışında farklı ve yeni bir dünyanın kapılarını aralamadığı açık. Giuseppe Battiston’un canlandırdığı yarı dedektif tesisatçı, Felice Andreasi’nin anarşist çiçekçisi veya Marina Massironi’nin masözü kendi içlerinde çekici karakterler ve keyifli bir şekilde canlandırılmışlar ama sanki filme ilginçlik katmak için eklenmiş gibi duruyorlar.

Ölmekte olan lale çiçeklerinin sembolizmi, başta Bruno Ganz olmak üzere samimi performanslar sunan oyuncuları ve Venedik sokakları ile bu film özellikle mutluluğu arayış hikâyelerini sevenler için.

(“Bread and Tulips” – “Ekmek ve Laleler”)

Moby Dick – John Huston (1956)

“Eğer Tanrı balık olmak isteseydi, balina olurdu”

İntikam tutkusu ile büyük bir beyaz balinanın peşine düşen bir kaptanın hikâyesi.

Herman Melville’in çok bilinen romanından uyarlanan ve senaryosunda ağırlıklı olarak ünlü yazar Ray Bradbury’nin imzası olan bir sinema klasiği. Her şeyi ile deniz ile iç içe yaşayan bir kasabanın balina avına çıkan denizcilerinin ve kaptanlarının bu hikâyesi hem çok başarılı bir macera filmi olarak hem de bir adamın tutkusunun peşinde nerelere kadar gidebileceğini gösteren heyecanlı bir dram filmi olarak çok başarılı bir çalışma. Yönetmen John Huston’ın başarısının en az senaryonun ve onun dayandığı romanın başarısı kadar yüksek seviyelerde olduğu bu film klasik sinemanın da çarpıcı örneklerinden birini oluşturuyor.

Gemicilerden biri olan Ishmael’in hikâyesi gibi başlayıp bir süre sonra balinalar ile insanlar arasındaki mücadeleye ve asıl olarak kaptan Ahab’ın hikâyesine dönen filmin temel olarak eleştirilebilecek tek yanı da bu aslında. Başlangıçtan kısa bir süre sonra Ishmael sadece gemicilerden herhangi biri oluyor çünkü ve başta daha sık daha sonra ise çok seyrek olarak onun anlatıcı rolünü üstlenmesine de filmin akışı içinde gerek yokmuş gibi duruyor. Belki Ishmael’in baştaki “yamyam” ile karşılaşması da bir süre sonra filmin akışı içinde önemsiz ve anlamsız kalıyor ama romanda da yer alan bu bölüm çok da rahatsız etmiyor.

John Huston çok başarılı bir görüntü yönetiminin ve filmin çekildiği yıla göre hayli başarılı olan efektlerinin de yardımı ile bu macera filminin çok keyifli bir seyirlik olmasını sağlamış. Kahverengiye yakın renk tonları filme biraz nostaljik biraz da depresif ve gerilimli bir hava katarken, geminin sefere çıkmasından önce limanda toplanan halkın ve özellikle kadın yüzlerinin yakın plan çekimleri gemicileri nerede ise kutsal bir sefere çıkan kahramanların yerine koyarak hem bu insanların tüm kasabanın deniz ile iç içe geçen hayatındaki önemini hem de sonradan gelişecek olaylar için onlarla özdeşleşmemizi sağlayarak maceranın tadını artırıyor. Fırtına ve özellikle de balina ile mücadele sahneleri bugünün değme macera filmine taş çıkacak kalitede ve günümüzün yapay bilgisayar efektlerinin olmadığı düşünüldüğünde daha da etkileyici. Ahab’ı canlandıran Gregory Peck’in her zamanki kalitesini gösterdiği filmde Huston kaptanın gemicileri balina ile savaş için motive etmeye ve onları kendi intikam hikâyesinin parçası yapmaya çalıştığı sahne veya yakıcı güneş altında bekleyiş içindeki gemicileri gösterdiği sahnede ustalığını konuşturmuş.

Balina avının etikliğini unutarak seyredilmesi gereken, intikamın ne şiddetli bir motivasyon faktörü olabileceğini gösteren, hikâyesini bir Shakespeare trajedisi kahramanını da bir Shakespeare kahramanı gibi anlatan bu film sinemanın görülmesi gerekli filmlerinden. Başlarda kısa bir bölümde ölümsüz Orson Welles’in de yer aldığı film Gregory Peck başta olmak üzere tüm oyuncu kadrosundan aldığı etkileyici performanslar, yukarıda belirttiklerime ilave olarak “St. Elmo’s Fire” gibi pek çok sahne ve Huston’ın ustalığını takdir etmek için. Elbette bir de insanın doğa ile korkunç mücadelesi ve bu mücadelenin ezeli ve ebedi kazananının kim olacağını görmek için.

(“Beyaz Balina”)