Skin – Hanro Smitsman (2008)

“Hollanda beyaz ve güvenli kalmalıdır”

Hollandalı bir yahudi gencin dazlaklara katılmasının hikâyesi.

1979 yılında geçen film alt sınıflardan bir gencin iletişim sorunu yaşadığı bir ortamda nerelere savrulabileceğini gösteren bir çalışma. Toplama kampında kalmış ve hâlâ bunun etkisinda yaşayan zayıf karakterli bir baba ile kurulamayan bir ilişki ve annenin hastalığı fıkralar dışında ırkçılıkla pek de ilişkisi olmayan ve dazlakların aksine siyah veya punk arkadaşları olan bu gencin kendini iradesi dışında bir nazi grubunun içinde bulmasına giden yolu açıyor filme göre.

Robert de Hoog tarafından öfke ve dinamizmin hâkim olduğu bir tonda ve başarı ile canlandırılan gencin dönüşümünün arkasında herhangi bir ideolojik düşünce veya altyapı olmadığını söylüyor hikâye ve yalnızlığı, iletişimsizliği ve amaçsızlığı temel unsurlar olarak gösteriyor. Bu hikâye özelinde doğru olabilir bu yaklaşım ama son dönemde yükselen milliyetçiliğin ve popülaritesi artan nerede ise ırkçı yaklaşımlı partilerin arkasında sadece bunlar olmuyor olsa gerek. Yine de film kahramanını alt sınıflardan seçerek işin ekonomik yönüne dolaylı da olsa el atıyor aslında ve bu filmde bir bireyin ama gerçek hayatta tüm bir toplumun bilinçsizce ve farkında olmadan (ve çoğu zaman şu veya bu nedenle gözlerini kapatmayı seçerek) hangi uçlara kayabileceğini anlatıyor.

Ska’nın yaratıcılarından biri olarak bilinen ve dazlakların da sevdiği bir isim olan Laurel Aitken’in “Skinhead” şarkısı ve başta anlatılan yahudiler hakkındaki fıkra aslında ırkçı davranışların ve düşüncelerin sıradan insanların hayatında nasıl da kendini fark ettirmeden yaşayabildiğini göstermesi açısından sembol olarak alınabilecek olgular. Gencin saçlarını kazıttığı ve üstelik bunu siyah arkadaşının annesine yaptırdığı sahne hem kahramanımızın “masumiyeti” ile ilgili bir gösterge olarak hem de sinemasal açıdan başarılı bir sahne. Bir başka ve belki de filmin en etkili bölümü ise anne ile ilgili kötü haberin alındığı sahne. Özellikle bu sahnede Robert de Hoog çok başarılı.

Hastanedeki açıkça belirtilmese de Türk olduğu her hallerinden anlaşılan aile örneğinde olduğu gibi göçmen karakterlere de sık sık yer veren film finali ile hem nefretin nefreti doğurduğunu hem de insanların birlikteliğinin bir ırka, dine veya sınıfa değil zalimlere karşı olması gerektiğini vurgulayarak doğru bir mesaj da veriyor. Küçük bütçeli, yalın ve sorumluluk sahibi bir film.

(“Ten”)

New York, I Love You (2009)

“New York’ta 127 bin metot aktörü var ve bu da nüfusun %2’si eder”

On bir yönetmenin kısa filmleri ile bir New York güzellemesi.

2006 yılında Paris için çekilip yirmi farklı bölümden oluşan ve yirmi iki farklı yönetmenin imzasını taşıyan “Paris Je T’aime” adlı filmden sonra sıra New York’ta. Bu kez daha alçak gönüllü davranılmış ve on bir yönetmenin çektiği ve on farklı bölüm içeren bir film oluşturulmuş. İlk film ne kadar Avrupa havasını taşıyorsa bu film de o kadar Avrupa esintili ama temelde Amerikalı bir havaya sahip. Bu kez hikâyeler daha başı sonu belli, daha popüler bir tonda ilerliyor. İki filmin karşılaştırmasından önde çıkan da ilk film oluyor temel olarak.

Bu tür filmlerde yönetmenler hikâyeyi oluştururken şehrin kendisini göstermekten çok o şehirde yaşayan ve ondan etkilenen kişileri ele almayı tercih ediyorlar. Aksi bir şehir kartpostalları serisine dönüşürdü zaten. Yine de Paris’e adanan filmlerde şehrin belli bir bölgesinin, sokağının, meydanının veya anıtının ruhunu taşıyan bölümler vardı ağırlıklı olarak. Burada ise insanlara ve şehrin kozmopolit yapısına ve ağırlıklı olarak kadın-erkek ilişklerine ve aşka odaklanılmış. Bu açıdan da bu filmin temasal bütünlüğünün daha fazla olduğu da söylenebilir.

Filmin karşımıza getirdiği on farklı bölüm içinde en zayıf olanı Fatih Akın tarafından çekilen ve Uğur Yücel’in de yine bir zayıf performans gösterdiği hikâye. Kişisel olarak en beğendiklerim ise Shunji Iwai ve Shekhar Kapur tarafından çekilen bölümler oldu.

Günümüz sinemasının yıldız oyuncularını ve yönetmenlerini bir arada karşımıza getiren film sinemaseverlerin elbette göremesi gereken filmlerden ama her bir yönetmenin filmografisinde çok daha parlak filmler olduğunu unutmadan.

(“New York Seni Seviyorum”)

The Playboys – Gillies MacKinnon (1992)

“İradesiz beyinler uygunsuz görüntülerden kolay etkilenir”

50’li yıllarda İrlanda’nın küçük bir kasabasında evlilik dışı çocuk doğuran bir kadının mutluluğu bulma çabasının hikâyesi.

Bireysel özgürlük, tutuculuk, IRA, karşılıksız aşk, sanatçılar ve mutluluğu bulmak üzerine orta karar bir film. İrlanda’nın yeşil doğasını bolca ve başarılı bir şekilde kullanan film giriş bölümünde ilginç ve gereksiz bir biçimde kısa tutulmuş sahnelerle sanki asıl hikâye sonra başlayacak diyor gibi ama başlangıç bölümündeki bu hızlı anlatım sanki fazlası ile düz bir hikâye anlatılacakmış havası yaratarak filme zarar veriyor.

Tutuculuğu ve kasaba halkının dedikodularını ve ikiyüzlülüğünü sık sık eleştiri konusu yapan senaryo kadının (Robin Wright) ve kardeşinin dik duruşlarının ve taviz vermemelerinin de altını çiziyor sürekli. Etrafındaki kendi deyimi ile “Mart kedisi gibi gece ortaya çıkan” tüm erkeklere direnen kadının kasabaya gelen ve filme de adını veren “The Playboys” adlı gösteri grubundaki bir oyuncuya (Aidan Quinn) aşık olmasının sırrı olarak diğerleri kendisine başkalarının onun hakkında ne düşündüğü üzerinden yaklaşırken oyuncunun kadının kendisinin ne düşündüğü üzerinden yaklaşması olarak gösteriyor. Sevgi ve önemsemenin göstergesi olarak doğru bir yaklaşım! Kadına karşılıksız bir şekilde aşık olan polis (Albert Finney) bu hikâyenin bir diğer önemli karakteri ve o da her aşk hikâyesini daha da çarpıcı kılan fedekârlığı temsil için yerini almış filmde.

Bu mütevazi filmin hayli güçlü bir oyuncu kadrosu var ama hikâye yeterince güçlü olmayınca onların oyunculukları da herhangi bir çarpıcılık içermeden hikâyeye yeterli desteği veren bir boyutta kalmış. Ağırlıklı olarak televizyon için çalışan yönetmen Gillies MacKinnon bu ilk sinema filminde daha çok televizyona yakışan bir tempo ve düz bir anlatımı tercih etmiş ama özellikle öne çıkan bir sahne var. Quinn ve Wright’ın motosikletle birlikte çıktıkları ilk gezi görüntüleri, renklerin ve anlatımın yumuşaklığı ve diyalogları ile çok iyi başarılmış bir flört sahnesi olmuş. Filmde ağırlıklı bir yer tutan ve kasabanın tutuculuğuna alternatif bir hayatı gösteren gezici tiyatro grubunun gösterileri ve grubun yavaş yavaş hayat girmeye başlayan televizyon karşısında ayakta kalma konusunda ilk endişeleri duymaya başlaması dikkat çekici bir hüzünlü hikâye ama filmde özellikle bir de IRA konusu olduğu düşünülürse sanki filmin asıl odağından zaman zaman sapmasına neden oluyor gibi görünüyor.

Aşkın hem canlandıran hem yok eden yanlarını pek derinlikli olmasa da işlemeye çalışan ve nihayetinde aşkın (en azından) iki kişilik bir duygu olduğunu anlatan küçük ve belki bir parça gereğinden fazla sevimli bir film.

(“Çapkınlar”)

On the Waterfront – Elia Kazan (1954)

“Hayatım boyunca doklarda çalıştım ve öğrendiğim tek şey var: Soru sorma ve sorulara cevap verme”

Doklardaki sendikaların yöneticilerinin tahakkümü ve yozlaşma ile mücadele eden bir adamın hikâyesi.

Sinemanın ustalarından Elia Kazan’dan gerçek bir Amerikan sineması klasiği. Oyunculukları, yönetimi, hikâyesini anlatım biçimi, kurgusu ve işte bir film hangi alanlarda değerlendirilebilir ise onların tümünde sınıfı parlak notlarla geçen bir başyapıt. Yönetmenin kişisel geçmişinde 1952 yılında Amerika Aleyhtarı Faaliyetleri Araştırma Komitesi’nde sinema sektöründe çalışan ve bir kısmı arkadaşı da olan ve komünist organizasyonlarla bağlantısı olan sekiz kişinin ismini vermesi gibi bir kara leke var. Her ne kadar kendince bunun çeşitli gerekçelerini sunsa da sonuçta kendi sinema kariyerini sürdürebilmek için verdiği bir çirkin tavizdi bu ve bu kara leke onun sanat dünyasında tüm hayatı boyunca bir kesim tarafından hep dışlanmasına neden oldu. Onu dışlayan ve sürekli eleştiren isimlerden biri ünlü oyun yazarı Arthur Miller idi ve işte bu filmin de Elia Kazan’ın onun “The Crucible – Cadı Kazanı” oyununa bir cevabı olduğu söylendi kimilerince. Açık bir ifade ile muhbir olmakla suçlanan Elia Kazan bu filmde de ilginç bir biçimde bir yozlaşma ve mafya örgütü haline gelen bir sendikanın baskısı karşısında konuşmayı tercih eden ve arkadaşlarınca muhbir olarak suçlanan bir adamın hikâyesini ele alarak kendi geçmişi ile ister istemez bağlantı kurulmasına neden oluyor ve belki de bir kendini temize çıkarma, açıklama aracı olarak kullanıyor filmi. Bu arada filmin hikâyesinin the New York Sun gazetesinde yayınlanıp Pulitzer ödülü kazanan ve gerçek olayları anlatan makalelere dayandığını, yapımcıların çekime başlamadan önce sendikaların tepkisini almamak için gangsterleri komünist olarak göstermek istediklerini ve ilk senaryoyu yazan Miller’ın da bu nedenle filmden çekildiğini belirtmekte fayda var. Daha da ilginci, çekilen senaryoyu yazan ismin de tıpkı Kazan gibi komitede muhbirlik yapan bir başka isim olan Budd Schulberg olması. Çok çetrefilli bir konu kısacası bu kamera arkası hikâyeleri ama sonuçta tüm bunlar filmin bir başyapıt olduğu gerçeğini örtmemeli.

İlk sinema filminde Eva Marie Saint, rahip rolünde Karl Malden ve örgütün lideri rolünde Lee J. Cobb çok parlak oyunculuklar veriyorlar ama filmin iki asıl yıldızı var. Rod Steiger bir yardımcı rolün nasıl bir filmin temel taşlarından biri olabileceğini parmak ısırtacak bir güzellikte gösteriyor ve sinema tarihine geçen ve Marlon Brando ile araba içinde konuştukları o olağanüstü sahnede has bir oyunculuğun nasıl bir yaratıcılık gösterisi olabileceğini ispatlıyor. Ve elbette tek ve ölümsüz Brando; bu filmdeki oyunculuğunun gücünü, seyredene verdiği keyfi ve bir gerçek ana tanıklık etmenin o tedirgin eden güzelliğini anlatacak kelime bulmak mümkün değil sanırım. Göründüğü her sahneye damgasını vuran bir vücut dili, gerçekçiliğin gidilebilecek en uç noktasına kadar gitmiş gibi görünen mimikleri, hiç aksamayan doğallığı ile her bir sahnede bazen bir ufak el hareketi veya bir derin bakış ile, bazen sessiz bazen gürültülü bir biçimde ama hemen her zaman varlığını hissettirmesi filmin içine sizi öyle bir çekiyor ki sıyrılmanız mümkün değil. Canlandırdığı kahramanın hikâye içinde aslında bir sürünün parçası olmaya dönüşen ama kibar olmak gerekirse sessiz çoğunluk diye adlandıracağımız gruptan bağımsız davranışları onun oyunculuğunda tekrar tekrar yaratılıyor sanki. Özetle sanatın güzelliği karşısında ağlama hissi duyabileceğiniz o benzersiz anları yaratıyor film boyunca. Bu beş oyuncunun da Elia Kazan’ın da kurucularından biri olduğu Actor’s Studio’da çalıştıklarını ve orada Stanislavski’nin oyunculuk yöntemleri üzerine kurulu “Metod Oyunculuğu” derslerini aldıklarını belirtmekte yarar var.

Leonard Bersntein müzikal olmayan bir filme yaptığı tek müzik çalışmasını bu film için gerçekleştirmiş ve bence bir parça fazla kendini öne çıkaran ve filmin atmosferini bazen ezen ama kendi başına değerlendirilirse başarılı bir iş çıkarmış. Kurgu ise tek kelime ile harika ve sanki seyrettiğimizin kurguda hiç müdahele görmemiş çekimlermiş havası yaratmasını sağlıyor. Yönetmen Kazan bu başyapıtında artık klasik olmanın ötesine geçen sahneler yaratmış. Örneğin yukarıda da bahsettiğim Brando ile Stegier’in arabanın içinde konuştukları ve hikâyenin akışını, sonraki gelişmeleri dramatik biçimde etkileyen sahne, Saint ile Brando arasında geçen ve sonu dans ile biten sahne ve Brando’nun Saint’e itiraf sahnesindeki yakın plan yüz çekimleri sinema derslerine konu olan anlardan sadece birkaçı. Siyah beyaz görüntülerini çarpıcı ama asla yapay olmayan kontrastlarla kullanan film bir zamanlar yönetmenlerin ses veya görüntü efektlerini değil bir hikâye anlatma derdi ile oyuncuları yönettiğini hatırlatarak sinemanın bugünü için üzüntü duymanıza neden olacaktır. Günümüz ana akım sineması hikâyesine saygı duyan ve becerisini onun hizmetine veren isimlerin eksikliğini çekiyor maalesef.

“Seyreden ve itaat eden çoğunluk” olgusunun karşısına mücadele etmeyi koyan, “halkın gücünü” savunan bir film bu çalışma bir yandan da. Her türlü tahakküme ve sömürüye karşı birlikte hareket etmenin, direnmenin tarafını tutan bir film ama bir yandan da bir “cesur yüreğe” her zaman ihtiyaç olduğunu söylüyor. Has bir sinemacının elinden çıkan, has bir film. Klasik, keyifli ve olağanüstü.

(“Rıhtımlar Üzerinde”)