Maria llena Eres de Gracia – Joshua Marston (2004)

“Amerika nasıl bir yer mi? Orada… her şey mükemmel, olması gerektiği gibi”

Para karşılığında ABD’ye uyuşturucu sokulmasına aracılık eden Kolombiya’lı hamile bir genç kızın hikâyesi.

İlk filminde çarpıcı bir performans sunan Catalina Sandino Moreno’nun sürüklediği film öncelikle konusunun çarpıcılığı ile ilgi toplayan bir çalışma. Yalın anlatımı ile dikkat çeken film söyleyeceklerini dar bir çerçeve içinde tutarak belki hikâyenin kişisel dramını artırmayı deniyor ve bunu başarıyor ama öte yandan bu dar çervesi nedeni ile pek çok şeyi de ıskalıyor gibi.

İngilizce ismi “Maria Full of Grace” olan filmin seçtiği bu ad genç kızın finaldeki davranışını açıklamak için tercih edilmiş olmanın yanısıra pek çok dini öğeye de gönderme yapıyor gibi. Kahramanımızın ismi Maria ki bu isim Mary isminin İspanyolcadaki karşılığı ve genç kızın hamileliği ve midesinde taşıdığı uyuşturucu kapsüllerinin Meryem’e referans verdiği de söylenebilir ama tüm bu göndermelerin aksine film Kolombiya’da hayli güçlü olan kiliseye, onun toplumdaki yerine ve genç kız gibilerinin içinde bulundukları yoksullukla ilgili tavrına hiç değinmiyor. Benzer şekilde filmin Güney Amerika’da müttefiki epey azalmış ABD’nin yakın dostu Kolombiya’daki sosyal ve ekonomik koşulların oluşmasındaki payını veya tüm bu uyuşturucu ticaretini teşvik neden tüketici özelliğini gündeme getirme gibi bir düşüncesi de yok. Aksine örneğin Kolombiya’ya yerleşmiş kadının bu ülkedeki mutluluğu üzerinden bir övgü peşinde olduğu da söylenebilir. Bu yaklaşım da “duyarlı” ABD filmlerinin tipik hastalıklarından birini taşıdığını gösteriyor bu filmin de; sonuçları o sonuçları doğuran ve sorgulanmaları düzenin sorgulanmasına götürecek olan koşullardan bağımsız ele almak. Bu yaklaşım da nerede ise kaynağı da çözümü de kişisel olan sorunlardan söz edildiğini düşündürtüyor seyirciye, gerçek hiç de öyle olmasa da. Hikâyenin değinir gibi yaptığı ama süratle unutmayı tercih ettiği ülkedeki işçi sınıfının çalışma koşulları gibi konular da arada kaybolup gidiyor bu nedenle. Uyuşturucu mafyasının üyelerinin ABD’deki beklenenden yumuşak davranışları da senaryonun garip bir noktası olarak kendisini çerçeveyi sınırlayan öğelerin arasına katmasına neden oluyor.

Filmin başlarında “çatıya çıkıp uzaklara bakan” Maria’nın çıkışsızlığı içinde tercih etmek durumunda kaldığı seçeneğin yarattığı gergin anları ve özellikle ABD’ye uçak yolculuğunu çok iyi anlatıyor film. Uçakta geçen tüm o anlar boyunca Maria’nın uçaktaki benzerlerini fark etmesi çok başarılı bir oyunculuk ve kurgu ile getiriliyor karşımıza. Bu sahnelerde Catalina Sandino Moreno’nun dört dörtlük oyunu da tüm o gerilimi bizim de sonuna kadar hissetmemizi sağlıyor. Uçaktaki bu sahne ve sonrasında gümrükteki sorgulama sahnesi filmin en başarılı bölümleri ve senaryonun hikâyeyi nerede ise kişisel boyutta tutmasının da doğrulandığı anlar bunlar. Belki filmin sadece bu tür anlara odaklanması onu çok daha üst seviyelere taşırmış diye de düşünmemek elde değil. Yine de yalınlığı, teknik çarpıcılık kazandıran ama hikâyenin gerçek ve insani yanının üzerini örten stilize anlatımdan uzak durması bu dramatik yanı güçlü filmi kesinlikle seyre değer kılıyor.

(“Maria Full of Grace” – “Zarafet Dolu Maria”)

New York, I Love You (2009)

“New York’ta 127 bin metot aktörü var ve bu da nüfusun %2’si eder”

On bir yönetmenin kısa filmleri ile bir New York güzellemesi.

2006 yılında Paris için çekilip yirmi farklı bölümden oluşan ve yirmi iki farklı yönetmenin imzasını taşıyan “Paris Je T’aime” adlı filmden sonra sıra New York’ta. Bu kez daha alçak gönüllü davranılmış ve on bir yönetmenin çektiği ve on farklı bölüm içeren bir film oluşturulmuş. İlk film ne kadar Avrupa havasını taşıyorsa bu film de o kadar Avrupa esintili ama temelde Amerikalı bir havaya sahip. Bu kez hikâyeler daha başı sonu belli, daha popüler bir tonda ilerliyor. İki filmin karşılaştırmasından önde çıkan da ilk film oluyor temel olarak.

Bu tür filmlerde yönetmenler hikâyeyi oluştururken şehrin kendisini göstermekten çok o şehirde yaşayan ve ondan etkilenen kişileri ele almayı tercih ediyorlar. Aksi bir şehir kartpostalları serisine dönüşürdü zaten. Yine de Paris’e adanan filmlerde şehrin belli bir bölgesinin, sokağının, meydanının veya anıtının ruhunu taşıyan bölümler vardı ağırlıklı olarak. Burada ise insanlara ve şehrin kozmopolit yapısına ve ağırlıklı olarak kadın-erkek ilişklerine ve aşka odaklanılmış. Bu açıdan da bu filmin temasal bütünlüğünün daha fazla olduğu da söylenebilir.

Filmin karşımıza getirdiği on farklı bölüm içinde en zayıf olanı Fatih Akın tarafından çekilen ve Uğur Yücel’in de yine bir zayıf performans gösterdiği hikâye. Kişisel olarak en beğendiklerim ise Shunji Iwai ve Shekhar Kapur tarafından çekilen bölümler oldu.

Günümüz sinemasının yıldız oyuncularını ve yönetmenlerini bir arada karşımıza getiren film sinemaseverlerin elbette göremesi gereken filmlerden ama her bir yönetmenin filmografisinde çok daha parlak filmler olduğunu unutmadan.

(“New York Seni Seviyorum”)