Laurel Canyon – Lisa Cholodenko (2002)

“Biz buradayken davranışlarınız biraz daha ılımlı olursa sevinirim. Kapınızı kapalı tutun yeter”

Annesinin yanına yerleşen bir adamın ve nişanlısının farklı yaşam tarzlarının çatışmasından doğan hikâyesi.

Los Angeles’ta rock, seks ve uyuşturucu odaklı bir hayatı sürdüren ve müzik yapımcısı olan bir annenin bu hayatın tam tersini yaşayan psikiyatrist oğlu ile bilim kadını olmaya hazırlanan nişanlısının aynı ortamdaki bu birlikteliğini tam olarak ne yapacağını bilememiş bir senaryo var karşımızda; romantik komedi ile dram arasında seçimini yapamamış ve bu türlerden birine odaklansa gidebileceği daha üst bir seviyeyi de bu nedenle ıskalamış olan filmin romantik komediyi hedeflemediği ileri sürülebilir ama senaryo ve yönetim bunu hiç de desteklemiyor. İçine yanlışlıkla dram girmiş komedi veya başarılamayınca komediye dönüşmüş bir dram filmi en iyi özetleyen tanımlamalar olabilir.

60 ve 70’lerin özgür havasını sürdüren, sık sık sevgili değiştiren annenin hayatına duyduğu tepki nedeni ile doktor olmayı, ciddi konularla ilgilenmeyi seçen oğulun kendi hayatını kısıtlanmış bir tarzda yaşamayı seçmesi anlaşılabilir bir durum ama arasının bozulmaya başladığı nişanlısının bu kadar çabuk “yoldan çıkması” biraz zorlama durmuş filmde. Bu ikna edici olmayan değişime ek olarak filmi zayıflatan bir diğer konu da adamın hastanedeki stajyerle yakınlaşması. Özellikle bu ikisi arasında araba içinde geçen “erotik” konuşma ancak bir romantik komedinin komedi kısmına yakışacak içerikte ve güldürebilir seyredeni. Bir başka başarılamamış sahne de oteldeki basma sahnesi.

Hep “saçmalayan” bir anne ile hiç “saçmalamamış” ama şimdi yoldan çıkmaya başlamış bir kadın arasında sıkışmış görünen bir adamın karşısına çıkan fırsatı değerlendirip değerlendirmeyeceği filmin sonunda açık kalıyor ama o kendini suya gömerken siz de Frances McDormand’ın oyununun filmden ayakta kalan hemen hemen tek şey olduğunu düşünüyor bulacaksınız kendinizi. Yine de filmin müzikleri, Christian Bale’in şaşkın ve sevimli tavrı ve elbette Frances McDormand filmi seyretmek için yeterli neden olabilir.

Mogari No Mori – Naomi Kawase (2007)

“Bazen ölünce cennete gidip dans ettiğimi düşünürüm”

Yaşlı bir adam ve huzurevindeki bakıcısının bir ormanda kaybolmalarının hikâyesi.

Muhteşem yeşil dağlar, tarlalar ve orman görüntüleri ve bu görüntülere eşilik eden doğal sesler ve sessizlik anları ile başlayan film önce bir huzurevinde, daha sonra da ormanda geçen sahneleri ile önce belgesel daha sonra ise dram havasının ağır bastığı etkileyici bir film. Kısa bir geri dönüş ile bakıcısının yaşadığı trajediyi gösteren film, bu trajedinin etkisindeki kadının daha önce çocuğuna karşı göstermeyi “başaramadığını” düşündüğü sorumluluğu şimdi bir yetişkin için üstlenmeye çalışmasını ve bu arada bu yaşlı yetişkinin de hayatının sonunda “özlediğine” kavuşma çabasını aktarıyor. Özetle, hayatının başındaki birine karşı yerine getirilemeyen sorumluluğun, hayatının sonundaki birine karşı gösterilme çabasının hikâyesi bize sunulan.

Huzurevindeki başlangıç sahneleri sakin bir belgesel havasında kadın kahramanımızın bu ortama uyum gösterme çabasını ve sonradan birlikte yolculuğa çıkacağı bunamaya başlamış olan ve kendisine hayli kötü davranan yaşlı adam ile mücadelesini gösteriyor. Oldukça ağır bir tempoda ve çoğunlukla “küçük konuşmalar” ile geçen bu sahneler sinemasal açıdan belki çarpıcı bir dramatizm içermiyor ama hem yaşlılık, hayat, yalnızlık ve neden olunduğu düşünülen trajedinin yarattığı vicdan azabı kavramları üzerine düşünmeyi sağlıyor hem de filmin sonraki bölümüne bakıcı ve yaşlı adam ilişkisinin başlangıcını göstererek hazırlıyor bizi. Filmin ormanda geçen sahnelerinde ise öncelikle doğa görüntüleri ve ses kullanımı üzerinde durulması gerekiyor. Doğada yer alan yeşilin hemen tüm tonlarını içeren görüntülere, rüzgarın ve rüzgarda salınan ağaçların ve otların sesi gibi çok etkileyici anlara veya yeşil tarladaki kovalamaca sahnesindeki gibi çarpıcı bir geometrik güzelliğe sahip olan film doğaya bir saygı duruşunu da beraberinde taşıyor. Örneğin yaşlı adamın kendisi gibi yaşlı ve büyük bir ağaca gösterdiği sevgi içerdiği duyarlılık ile çarpıcı bir etkiye sahip. Gerek huzur evindeki filmin sürekli hissettirdiği huzur ve sevgi ortamı gerekse doğanın filmdeki kullanım şekli bu bir ölüm ile başlayıp yine bir ölüm ile biten filme bu bitiş ve başlangıcın içeriğinden bağımsız bir sevgi ve mutluluk havası kazandırıyor. İnsana, doğaya ve insan-doğa ilişkisine sevgi ve saygı ile yaklaşan bir tutumun göstergeleri tüm bunlar.

Filmin kapanış jeneriklerinde açıklandığı üzere filmin orijinal adı “matem yeri” veya “yas tutmaya adanmış dönemde sevdiklerini düşünme” anlamlarını taşıyor ve kelimelerin kökeni açısından da “matemin sonu”. Bakıcımız filmin sonunda kendi matemini nihayet aşmayı öğrenirken, yaşlı adam da yıllar önce kaybettiği karısına kavuşarak kendi özlemini ve matemini sona erdiriyor. Filmin son sahnesinde her ikisinin de huzura kavuştuğu bu film işte bu açıdan da yukarıda bahsedildiği gibi bir huzura erme hikayesi halini alıyor.

Ormanda kaybolma ve özellikle suyu geçmeye çalışma sahnelerinde oldukça yüksek bir başarıya sahip olan film başarılı görüntü yönetimi ve hikâye ile uyumlu etkileyici müziği ile dikkat çeken, iki baş oyuncusunun özellikle dayanışma anlarında ve finaldeki başarılı oyunculuklarına yer veren bir çalışma. Kadının donmakta olan yaşlı adama yardımı ile bana John Steinbeck’in olağanüstü romanında ve bu romandan uyarlanan John Ford’un olağanüstü “Grapes of Wrath” filminde açlıktan ölmek üzere olan bir adama yeni doğum yapmış olan genç kadının yaptığı yardımı da çağrıştıran film özellikle başlangıçtaki düşük temposu, daha sonra da aslında olmayan hikâyesi ile seyri çaba gerektiren ama içine girildiğinde hayli etkileyici ve içerdiği veya konu ettiği tüm olumsuz kavramlara karşın seyredene huzur ve mutluluk sunan bir eser.

(“The Mourning Forest” – “Yas Ormanı”)

Etz Limon – Eran Riklis (2008)

“Limon ağacı çok güzel ve limon çiçeği çok tatlı ama zavallı limon meyvesini kimse yiyemez”

Güvenlik nedeni ile limon bahçesindeki ağaçları İsrailliler tarafından kesilmek istenen bir Filistinli kadının hikâyesi.

Herhalde Filistinli ve yalnız yaşayan bir kadın için en kötü komşu İsrail Savunma Bakanıdır. Kahramanımızın başına gelen tam da bu ve “doğal” güvenlik önlemleri gereği teröristler için iyi bir gizlenme veya saldırı yeri olabilecek bahçesinin ayakta kalması mümkün değil. Bir bireyin hem tek geçim kaynağı hem baba yadigârı olarak gördüğü bahçesinin bir politik soruna dönüşmesi, söz konusu ”nesnenin” “doğallığı” ile taban tabana zıt ve ancak insanın insana yapabileceği bir kötülüğün “yapay” bir sonucu olabilir. Film bu durumu ve kadının mücadelesini sıcak, alçak gönüllü ve hüzünlü bir tonda aktarırken, binlerce yıldır süren Ortadoğu karmaşasının hiçbir zaman çözülemeyeceğini vurgulayan bir trajik final ile sonlanıyor.

Savaşın hiç bitmeyen atmosferinin hüküm sürdüğü bir ortamda insanların bu hayata adapte olması ve savaşın gerçekliği ile birlikte yaşamayı öğrenmesi gerekiyor. Film mücadelenin her iki tarafındakiler için de bunu vurguluyor sürekli. Güçlü taraf elbette daha avantajlı ve yaşam koşullarının çoğunu dayatabiliyor diğerine ama film onun da hiçbir zaman huzurlu ve sürdürülebilir bir mutluluğa erişemeyeceğini söylüyor. Tüm o dikenli teller, güvenlik duvarları ve nöbetçi kulübeleri çağlar boyunca insanın insanı ne duruma düşürdüğünü özetlerken, limon bahçesi de insanın kendi iç didişmelerinin dünya üzerindeki diğer canlılara (burada bir limon ağacına örneğin) ödettiği bedelin sembolü oluyor. Film son karesinde karşımıza getirdiği trajik görüntü ile bu konularda hiçbir umut vaat etmiyor. Vicdan sahibi bireylerin düzenin normal şartlarının böyle olduğu bir ortamda tek başına bir çözüm üretemeyeceği ve en fazla bu vahşetten uzak durabileceği de senaryonun bize diğer söyledikleri. Kahramanımız bu hayatta payıma düşen çileyi zaten çektim diyerek mücadelesine girişse de tüm bu kaos ortamında hiçbir şeyin ne başının ne de sonunun olacağı açık bir gerçek aslında.

Belki çok çarpıcı bir sinemasal başarısı yok filmin ama yine de o büyük savaşların, büyük sözlerin, büyük kavgaların nihayetinde küçük insanların kaybetmesinden başka bir sonucu olmadığını sıcak bir sinema dili ile anlatmayı başarıyor. Baş oyuncu Hiam Abbas filmin bu samimiyetinde en büyük pay sahibi olanlardan biri. Abbas etkileyici bir şekilde aktardığı mücadelesini pek çok alanda yapmak durumunda; kocası ölmüş ve çocuğu Birleşik Devletlerde hayatını kazanma çabası içinde, kızının kendi problemleri var, etrafındaki Filistinliler için onun mücadelesi değil namusu çok daha önemli ve sürekli bir mahalle baskısı yaratıyorlar kendisine, davasına destek veren ve aralarında bir yakınlaşma olan Filistinli avukatın eninde sonunda kendi derdine düşeceği belli. Kendisinin gerçek anlamda tek yakınında olan babası ile birlikte onu büyütmüş olan aile büyüğü ve onun mahkemede limon ağacını savunurken yaptığı konuşma da filmin içe dokunan anlarından birini oluşturuyor.

Filmin belki üzerine daha fazla gidebilse çok daha farklı ve ilginç yerlere varabileceği bir alanı var aslında. O da kadının İsrailli bakanın eşi ile olan ve çoğunlukla çit üzerinden karşılıklı bakışmalar ile sınırlı kalan ilişkisi ama o kadın da sadece vicdan sahibi bir çaresiz konumunda. İkilinin mahkemedeki sessiz karşılaşma anı ise yine filmin etkili anlarından biri ve iki kadının kısacık gülümseme anı içindeki iktidar, mülkiyet ve güçle ilişkili duygulardan sıyrılabilse insanların neler elde edebileceğinin de göstergesi oluyor. Daha iyi bir şekilde işlenebilse filmi de daha üst düzeye taşıyabilecek bir zıtlık yaratabilirdi bu ilişki.

Yumurta atmaya ve ıslık çalmaya alternatif bir protesto da öneren, sık sık görüntüye gelen sert bakışlı ölü koca fotoğrafı ve mantıkta önermeler dersindeki soruları çalışan asker (ki burada mantıksızlığın hüküm sürdüğü bir dünyada bu dersin yarattığı alaycı yaklaşımı da belirtmek gerek) ile eğlendiren, İsrail-Filistin sorununa değil bu sorunun tam ortasında kendini bulan kişinin kadın olmasından kaynaklanan ilave zorlukları da dile getiren, belki biraz naif ama ilgiyi hak eden bir film. Hangi şartlar altında olunursa olsun, aşkın ışığının “aydınlatma” gücünü hep taşıyacağını, aşkın yüreklendireceğini de söyleyen ve kimi anlarında etkileyici olmayı başaran bir dram.

(“Lemon Tree” – “Limon Ağacı”)

Yureru – Miwa Nishikawa (2006)

“Masum olduğuma inanmıyorsun , değil mi? Sadece ağabeyinin katil olmasını istemiyorsun”

İki erkek kardeşin farklılıklar, sevgi, bir ölüm ve bir gerçeğin keşfi üzerinden anlatılan hikâyesi.

Ülkesinde ödüllere boğulmuş bu Japon filmi psikolojik bir drama türünde, yavaş tempolu ama bir şekilde sakin bir su gibi akıp giden ve karakterlerinin incelenmesine odaklanmış bir eser. Gerçeğin ne olduğu, saf gerçek diye bir kavramın gerçekten olup olmadığı, algılarımızı neyin nasıl etkilediği üzerine sinemada daha önce oldukça başarılı örnekler verilmişti. Örneğin yine Japon sinemasından Akira Kurosawa’nın “Rashômon” veya Michelangelo Antonioni’nin “Blow-Up” filmleri gibi örnekler gözün algıladıklarının gerçeğe ne kadar yakın olduğu sorusunu soran, gerçeğin kişiden kişiye nasıl değişebileceğini ve işte bu değişimin kişinin birikimi, beklentisi, yorum gücü vearzularına ne kadar bağlı olabileceğini gösteren filmlerden ikisi sadece. Bu film ise seyirciyi de ters köşeye yatıracak şekilde olay anının her tekrar gösteriminde farklı bir açıdan gösteriyor sahneyi ve final gösterimde bile gerçeğin tam olarak ne olduğu konusunda sizi tereddüt içinde bırakıyor. Film bu yolla da sanki olayın içindeki ağabey ile olayı gören küçük kardeşin de gerçeğin tam olarak ne olduğu konusunda emin olmadıklarını söylüyor seyirciye. Senaryonun da bir yandan asıl olarak gerçeğin ne olduğuna değil, bir “olayın” üzerinden iki kardeşin ilişkilerini incelemeye odaklandığını vurgulamakta da yarar var.

İki kardeş, ağabey Minoru (Teruyuki Kagawa) ve küçük kardeş Takeru (Jô Odagiri) birbirlerinden tamamen farklı karakterlere sahip ve çok farklı hayatlar sürüyorlar. Fotoğrafçılık yapan Takeru aileden ayrılıp büyük şehire, Tokyo’ya yerleşmiş öz güveni yüksek, insanlarla ve kadınlarla ilişkilerinde çok rahat ve dışa dönük bir insanken, ailesine ait bir benzincide çalışan ağabeyi ise tam tersine kadınlarla ilişkilerinde çekingen davranan ve içe kapalı bir kişiliğe sahip. Filmdeki trajediyi başlatan aslında tam da bu farklılıklar oluyor. Büyüğün ulaşmak için çabalayıp ter döktüğü ama erişemediği bir kadını küçük kardeşin hoyratça ve kolayca elde edebilmesi, birinin saygı ve sevgi ile elde edemediğini diğerinin umursamaz bir şekilde ele geçirip bırakabilmesi ve bunun yarattığı gerilim aslında filmin de odağını oluşturuyor. Finaldeki o son bakış gerçeğin tüm belirsizliği ile birlikte düşünüldüğünde vicdan, adalet, bencillik, kazanmak ve kaybetmek üzerine çok şeyler düşündürtmeye aday ve bu hali ile final gerçekten çok çarpıcı.

Filmin yavaş temposu bir yandan neyi nasıl anlatmak istediği düşünüldüğünde doğru bir seçim ama burada yavaşlık değil zaman zaman gereksiz görünen boşluklar filmin gücünü bir parça da olsa zayıflatan. Bunun dışında görüntüleri, zaman zaman caz esintili ve çok başarılı müziği ve iki baş karakterinin oyunculukları ile çizginin üzerine çıkmayı rahatça başaran bir film bu. Her iki oyuncu da rollerinin kalıbına çok iyi oturmuşlar ve rollerine uygun fiziklerini başarılı bir şekilde kullanmışlar. Bir sahnede benzinciye gelen Kobayashi firmasına ait tır ile yine gerçeğin belirsizliği üzerine çok çekici bir film olan “The Usual Suspects” filmindeki Kobayashi karakterine selam mı gönderilmiş bilmiyorum ama tesadüf de olsa sinefiller için keyifli bir kare sağlamış filme.

Bazı anlarda sesi tamamen keserek ve daha sonra yavaşça açarak o andaki görüntülerin etkisini artıran, özellikle doğayı başarı ile kullanan, köprü üzerinde geçen tüm sahnelerde doğru ve çarpıcı açı seçimleri ile kurguyu da etkin bir araç haline getiren film kimi anlarında Fransız sinemasından da esintiler taşıyor. Amerikan sinemasının ve televizyon dizilerinin beynimize işleyip durduğu mahkeme sahnelerinden sonra bu sahnelerin yalın bir sinema dili ile nasıl da etkileyici kılınabileceğini göstermesi bile başlı başına bir neden filmi görmek için.

(“Sway” – “Sallanmak”)