Yureru – Miwa Nishikawa (2006)

“Masum olduğuma inanmıyorsun , değil mi? Sadece ağabeyinin katil olmasını istemiyorsun”

İki erkek kardeşin farklılıklar, sevgi, bir ölüm ve bir gerçeğin keşfi üzerinden anlatılan hikâyesi.

Ülkesinde ödüllere boğulmuş bu Japon filmi psikolojik bir drama türünde, yavaş tempolu ama bir şekilde sakin bir su gibi akıp giden ve karakterlerinin incelenmesine odaklanmış bir eser. Gerçeğin ne olduğu, saf gerçek diye bir kavramın gerçekten olup olmadığı, algılarımızı neyin nasıl etkilediği üzerine sinemada daha önce oldukça başarılı örnekler verilmişti. Örneğin yine Japon sinemasından Akira Kurosawa’nın “Rashômon” veya Michelangelo Antonioni’nin “Blow-Up” filmleri gibi örnekler gözün algıladıklarının gerçeğe ne kadar yakın olduğu sorusunu soran, gerçeğin kişiden kişiye nasıl değişebileceğini ve işte bu değişimin kişinin birikimi, beklentisi, yorum gücü vearzularına ne kadar bağlı olabileceğini gösteren filmlerden ikisi sadece. Bu film ise seyirciyi de ters köşeye yatıracak şekilde olay anının her tekrar gösteriminde farklı bir açıdan gösteriyor sahneyi ve final gösterimde bile gerçeğin tam olarak ne olduğu konusunda sizi tereddüt içinde bırakıyor. Film bu yolla da sanki olayın içindeki ağabey ile olayı gören küçük kardeşin de gerçeğin tam olarak ne olduğu konusunda emin olmadıklarını söylüyor seyirciye. Senaryonun da bir yandan asıl olarak gerçeğin ne olduğuna değil, bir “olayın” üzerinden iki kardeşin ilişkilerini incelemeye odaklandığını vurgulamakta da yarar var.

İki kardeş, ağabey Minoru (Teruyuki Kagawa) ve küçük kardeş Takeru (Jô Odagiri) birbirlerinden tamamen farklı karakterlere sahip ve çok farklı hayatlar sürüyorlar. Fotoğrafçılık yapan Takeru aileden ayrılıp büyük şehire, Tokyo’ya yerleşmiş öz güveni yüksek, insanlarla ve kadınlarla ilişkilerinde çok rahat ve dışa dönük bir insanken, ailesine ait bir benzincide çalışan ağabeyi ise tam tersine kadınlarla ilişkilerinde çekingen davranan ve içe kapalı bir kişiliğe sahip. Filmdeki trajediyi başlatan aslında tam da bu farklılıklar oluyor. Büyüğün ulaşmak için çabalayıp ter döktüğü ama erişemediği bir kadını küçük kardeşin hoyratça ve kolayca elde edebilmesi, birinin saygı ve sevgi ile elde edemediğini diğerinin umursamaz bir şekilde ele geçirip bırakabilmesi ve bunun yarattığı gerilim aslında filmin de odağını oluşturuyor. Finaldeki o son bakış gerçeğin tüm belirsizliği ile birlikte düşünüldüğünde vicdan, adalet, bencillik, kazanmak ve kaybetmek üzerine çok şeyler düşündürtmeye aday ve bu hali ile final gerçekten çok çarpıcı.

Filmin yavaş temposu bir yandan neyi nasıl anlatmak istediği düşünüldüğünde doğru bir seçim ama burada yavaşlık değil zaman zaman gereksiz görünen boşluklar filmin gücünü bir parça da olsa zayıflatan. Bunun dışında görüntüleri, zaman zaman caz esintili ve çok başarılı müziği ve iki baş karakterinin oyunculukları ile çizginin üzerine çıkmayı rahatça başaran bir film bu. Her iki oyuncu da rollerinin kalıbına çok iyi oturmuşlar ve rollerine uygun fiziklerini başarılı bir şekilde kullanmışlar. Bir sahnede benzinciye gelen Kobayashi firmasına ait tır ile yine gerçeğin belirsizliği üzerine çok çekici bir film olan “The Usual Suspects” filmindeki Kobayashi karakterine selam mı gönderilmiş bilmiyorum ama tesadüf de olsa sinefiller için keyifli bir kare sağlamış filme.

Bazı anlarda sesi tamamen keserek ve daha sonra yavaşça açarak o andaki görüntülerin etkisini artıran, özellikle doğayı başarı ile kullanan, köprü üzerinde geçen tüm sahnelerde doğru ve çarpıcı açı seçimleri ile kurguyu da etkin bir araç haline getiren film kimi anlarında Fransız sinemasından da esintiler taşıyor. Amerikan sinemasının ve televizyon dizilerinin beynimize işleyip durduğu mahkeme sahnelerinden sonra bu sahnelerin yalın bir sinema dili ile nasıl da etkileyici kılınabileceğini göstermesi bile başlı başına bir neden filmi görmek için.

(“Sway” – “Sallanmak”)