The Jigsaw Man – Terence Young (1983)

“Bilgi çok pahalı bugünlerde, viski gibi”

SSCB’ye iltica etmiş bir İngiliz hain, KGB, soğuk savaş, casuslar ve peşinde koşulan bir ajan listesinin hikâyesi.

Soğuk savaş dönemi filmlerinin en zayıflarından biri karşımızdaki. Laurence Olivier ve Michael Caine gibi iki önemli ismin oyunculukların da döküldüğü bu filmde ne aradığı tartışılır. Olivier anlaşılan filmden bağımsız ayrı bir hava takınmayı tercih etmiş ve çok da iyi etmiş. Zaman zaman onun farklı bir filmde oynadığını düşünmeniz mümkün. Caine ise bu senaryo daha iyisini hak ediyor mudur tartışılır ama kötü oyunu ile istemeden de olsa kendini komik sahnelerin içinde buluyor. Özellikle egzersiz sahnelerinde kendinizi bir Pembe Panter filminde Peter Sellers’ı izlediğinizi düşünürken bulabilirsiniz. Amaç “ötekini” kötülemek olunca çalışmayan asansör, erkek fiziği taşıyan kadın ve hain olduğu yetmezmiş gibi bir de eşcinsel olan karakter gibi klişelere kaptırmış kendini film ekibi anlaşılan. Yan karakterlerin performansları da zaman zaman yerlerde sürünüyor bu filmde.

Bir romandan uyarlanan filmin senaryosu inandırıcılığın yanına yaklaşmaya bile çalışmamış gibi görünüyor. Gizli göreve çıkan KGB ajanlarının uçakta uluorta konuşmaları, kendisini kovalayanları çelme takarak düşürmek gibi çizgi filmlere yakışan sahneler ve tedbirli ajanımızın otel odasında oteli ayağa kaldıracak yüksek sesle bağırması senaryonun açık başarısızlığının bir kaç göstergesi sadece. Sanki bir komedi filmini son anda bir ciddi gerilim filmine dönüştürmeye karar vermişler gibi görünüyor. Basit bir hikâyeyi kötü bir senaryo ve diyaloglar ile ve kompleks bir biçimde anlatmaya çalışmanın doğal bir sonucu ortadaki. İyi niyetli düşünüp, filmin yapımı sırasında ekibin elinde olmayan bir takım aksaklıklar yaşanmış diye düşünüp geçelim bu konuyu.

Filmin pop esintileri taşıyan ve hikâyeye hiç uymayan müziğini de duymamazlığa gelin ama filmin tek elle tutulur yanı yine müzik alanında; kapanış jeneriği sırasında Dionne Warwick tarafından seslendirilen “Only You and I” adlı şarkı 70’lerdeki Shirley Bassey şarkılarını hatırlatan havası ile filme nerede ise tek olumlu puanını kazandırıyor. Özetle bu filmi seyretmek yerine bizde “Tatlı Sert” adı ile bilinen “The Avengers” dizisinin KGB, Rus ajanları vs üzerine çekilmiş herhangi bir bölümünü izleyin ve Michael Caine’in bu filmde bir karikatürünü oluşturduğu John Steed karakterinin keyfini çıkarın.

(“Yapboz Adam”)

La Nana – Sebastián Silva (2009)

“Ben onları seviyorum, onlar da beni seviyor. Ben bu ailenin bir parçasıyım”

Yirmi beş yıldır aynı aileye hizmet eden ve onlarla birlikte yaşayan bir kadının hikâyesi.

Hizmetçimizin kırk birinci yaş gününde başlayan film ailenin sadece hizmetçisi değil aynı zamanda aşçısı ve dadısı da olan bu kadının kendisini aile içinde konumlandırdığı yer ve bu konumu veya bir başka deyişle iktidarını koruma çabası ve diğerlerinin onu nasıl gördüğü üzerine başarılı bir çalışma. Bir ailenin parçası olarak yaşamak ama o ailenin asıl üyelerinden biri olmamak üzerine epey kafa yorulabilecek bir konu olsa gerek. Tüm gününüzü birlikte geçirdiğiniz insanlardan sonuçta ne yaparsanız yapın veya size nasıl davranılırsa davranılsın bir parça farklı olmak oldukça ilginç bir durum. Kahramanımızın konumunu/iktidarını koruma çabasındaki inadın kaynağı işte belki de bu “farklılığı” ne yaparsa yapsın gideremeyecek olmasının verdiği rahatsızlığa verdiği tepki olsa gerek.

Ev içerisinde rahatça hareket edebilen ve örneğin yatak odalarına bile rahatça girebilen bu kadının evin annesi ve üç erkek çocuğu ile arası oldukça iyi ve anne ona duyduğu ve adına bağlılık denebilecek duygu ile onun tüm kaprislerini ve hırçınlıklarını idare etmeye çalışıyor. Baba daha nötr bir durumda ona karşı ama evin tek kızı hizmetçiden kaynaklanan nedenlerle onunla arası kötü olan tek kişi. Hizmetçinin ona karşı diğerlerinden farklı olarak gösterdiği kötü tutumun temel nedeni belki kıskançlık veya kimi yorumlara göre ona karşı duyduğu arzu. Sonuçta fotoğraflardan kızı silmeye kadar giden bir öfkesi var ona karşı.

Hizmetçinin elinde tutmaya çalıştığı iktidarı onun için öylesine önemli ki eve ona yardımcı olmak üzere yeni bir hizmetçi alınmasına karşı çıkıyor ve gelenleri kaçırmak için elinden geleni yapıyor. Diğer tüm kardeşlerinin aksine kendi “gerçek” ailesi olmayan tek kişi olan hizmetçi yirmi beş yıldır yaşadığı evin de “gerçek” bir bireyi olmaması nedeni ile elindeki tek şeye sonuna kadar sarılıyor ve ne pahasına olursa olsun iktidarına sahip çıkıyor. Bu çabasında başvurduğu kötülükler belki büyük şeyler değil ve zaman zaman da filmin gayet keyifli komik anlarını oluşturuyorlar ama bir bakıma iktidar saiplerinin bu güçlerini korumak için ellerinden geleni artlarına koymayacaklarını da hatırlatıyorlar bize; bu iktidar ister bir ülke üzerinde olsun isterse işte bu filmde olduğu gibi bir evin içinde. “İktidarsızlık” bu derece korkutucu bir duygu olsa gerek onlar için.

Hizmetçimizin değişimi eve gelen üçüncü yardımcı hizmetçi ile başlayabiliyor ancak. Belki yeni kadının iradesinin sonucu ama ondan da çok kendisine rol modeli olabilecek ve onun “sınıfından” biri ile tanışmanın sağladığı bir durum bu sanırım. Kahramanımızın yumuşaması bu yeni hizmetçiyi bahçede çıplak güneşlenirken görmesi ile başlıyor ve yılbaşını birlikte onun ailesi ile geçirmesi ile doruğa ulaşıyor. Son final sahnesi bu değişimi çarpıcı ve keyifli bir şekilde vurguluyor seyirciye. Altı bu kadar çizilmese de asıl değişimi vurgulayan ise hizmetçimizin annesi ile filmin başında ve sonlarında yaptığı iki ayrı telefon konuşmasının süresi ve içeriği arasındaki fark. Katılıktan sevgiye geçişi çok iyi özetliyor bu anlar.

Başroldeki Catalina Saavedra farklı fiziğinin de yardımı ile tüm filmi sürükleyen isim. Canlandırdığı role bir sevimlilik de katarak, gerçek iktidara değil ama onun gölgesine sahip olmaya çalışan bir hizmetçinin soğukluğunu o ilk gülme anında verdiği tepkinin etkisini çok çarpıcı kalacak şekilde başarı ile aktarıyor. Komik, eğlenceli, sıcak bir iktidar savaşı.

(“The Maid” – “Hizmetçi”)

Last Days – Gus Van Sant (2005)

“Ben yolda her şeyi kaybettim, bugün bulunduğum yere gelirken”

Bir rock yıldızın son günlerinin hikâyesi.

Karanlık, depresif ve kasvetli havası ile seyri zor ama alttan alta kendini hissettiren ustalığı ile görülmesi gereken bir Gus Van Sant filmi. Kurt Cobain’in hayatından esinlendiğini ama gerçek kişilerle ve olaylarla ilgisi olmadığını belirten standart bir açıklaması olsa da her hali ile onun son günlerini anlatmaya soyunduğu açık olan film van Sant’ın ana akım sinemaya uzak durduğu çalışmalardan biri.

Filmin belki de öncelikle ses bandından söz etmek gerekir. Bu alandaki çalışması ile Cannes festivalinde ödül kazanan film çok az konuşmanın yer aldığı, müziğin genellikle küçük ve çok başarılı çekilmiş doğaçlama havası taşıyan sahnelerde yer aldığı bir çalışma ve filmdeki sessizlikleri işte bu olağanüstü ses tasarımı dolduruyor. Ateşteki odunun çıtırtıları gibi görünen objelerden gelen seslerin yanında, görüntüde yer almayan kilisenin çanlarına, hızla geçen bir arabaya veya bozuk bir çalar saate ait sesler de yer alıyor bu filmde ve sanki ölüme doğru giden bir adamın kendisini etrafından soyutlamasını sembolize ediyorlar. Onun kendini kapattığı dünyaya sadece bu sesler ulaşıyor sanki. Dışarıda günlük rutinini sürdüren bir hayat ve o hayatın artık tamamen dışına kaymış bir insan. Her türlü görsel ve sözlü iletişimden kaçınıyor kahramanımız ve son günlerini çoğunlukla kendi kendine ve yarım kalan cümleler ile konuşarak geçiriyor.

Yarım bıraktığı rehabilitasyondan sonra son günlerini geçirdiği evdeki diğer insanlarla veya telefon rehberine reklam satmak için eve gelen adamla olan diyaloglar çoğunlukla tek taraflı ve birbirini tamamlamayan cümleler ile geçiyor. Satıcı ile olan sahnede bir tarafta bir gerçek dünyanın tüm duygusallıktan sıyrılmış klişe satış cümleleri ile konuşan bir adam, diğer tarafta ise çok başka bir dünyadan gelen cümleler ile konuşan bir adam var ve bu sahne kahramanımızın başka bir boyutta yaşadığını, gerçeklikten koptuğunu ve sahip olduğu her şeyin anlamsız olduğu bir atmosferi çok başarılı bir şekilde aktaran ve nerede ise “yabancılaştırma” havası taşıyan bir bölüm.

Olayları, eğer o bir iki günde olup bitene olay denebilirse, düz bir çizgide değil zaman zaman sıralarını atlanarak veya bir sahnenin bitişini bir önceki sahnenin bitişine bağlayarak aktaran film sonuçta düz bir hikâyeyi değil, bir durumu aktardığı için klasik anlatımın dışına çıkarak doğru bir seçim yapmış oluyor aslında. Bu şekilde seyredenin bir hikâyenin değil, bir gözlemin peşinde olmasını sağlıyor film. Gus Van Sant film boyunca etkileyici birkaç sahneye de imza atmış. Rock yıldızının tek başına müzik yapmaya çalıştığı sahnede, bahçedeki küçük seradan kamera yavaş yavaş uzaklaşıyor ve oldukça uzun süresi ile yıldızımızın görüntüsü küçülürken onun yalnızlığını ve başka bir dünyada yaşadığını daha iyi anlamamızı sağlıyor. Çalan plağa eşlik edilen sahne veya yukarıda bahsettiğim satıcı ile olan sahne de benzer şekilde filmden akılda kalan diğer anları oluşturuyorlar.

Finalde filmin genel tonuna belki biraz aykırı düşen ama oldukça başarılı çekilmiş “ruhun özgürlüğüne kavuşması” anı ve bu anın hemen öncesi ve sonrasını da kapsayan tüm final bölümü filmin en ışıklı, parlak ve kasvetten uzak anlarına sahip ve sanki bir depresif hayatın, bir kıstırılmışlığın bitişini ifade ediyor. Başroldeki Michael Pitt özellikle fiziksel açıdan zorluklar içeren rolün altından başarı ile kalkıyor ve hareketsiz kaldığı, düştüğü veya yerde süründüğü anlarda rolü içselleştirmiş bir görüntü sunuyor. Başlangıcı ile Patti Smith’in “Pissing in a river” şarkısını bana hatırlatan (sadece şarkının adı ile değil, “I’m a slave I’m free” gibi sözleri ile de) film bir rock yıldızının içinde bulunduğu ruh halini anlatırken bu ruh halinin tam karşılığı olan bir atmosfere sahip olan ve bu nedenle seyri bir parça emek isteyen bir çalışma. Gus Van Sant’ın filmi için seçtiği anlatım tarzının herkese göre olmadığı açık ama Michael Pitt’in mırıldanır şekildeki kesik kesik konuşması ve özellikle ses tasarımı gibi tercihler filmi kesinlikle çekici kılıyor.

(“Son Günler”)

Dog Day Afternoon – Sidney Lumet (1975)

“Sonny, çok kötü sinyaller alıyorum”

Sevgilisinin cinsiyet değiştirme operasyonunun parasını verebilmek için bir bankayı soymaya kalkışan bir adamın hikâyesi.

70’lerin Amerikan sinemasından çok parlak bir örnek. Reagan’ın Birleşik Devletleri (ve dünyayı) yönetmeye başladığı 80’li yıllar ile birlikte hızla muhafazakârlaşan bir ülkenin sinemasından liberalizmin hâkim olduğu bir başarılı film.

Bir Al Pacino filmi seyrettiğinizde oynadığı rolde artık bir başkasını hayal edemezsiniz. O rol onunla öyle bütünleşir ki artık o karakter zaten Al Pacino ve tanıdığınız Pacino da zaten o karakterdir. Sanatçının rolünü içselleştirmesinden daha öte bir şey bu; bir içselleştirmenin izi yoktur çünkü zaten Al Pacino odur. Bu filmde de oyuncu dört dörtlük bir oyunculuk gösterisi veriyor. Enerjisinin zirvede olduğu sahnelerde, polislerle konuşmak için banka dışına her çıktığında ve özellikle “Attica” sahnesinde, inanılmaz bir tempo içinde kelimenin tam anlamı ile döktürüyor. Kendisinden talepkâr olan tüm insanlarla (annesi, suç ortağı, rehineler, polis, eşi, sevgilisi) olan diyaloglarında öfkeden yılgınlığa, bunalmaktan tedirginliğe, ağlamaktan gülmeye kadar tüm duyguları ve tepkileri inanılmaz bir doğallık ve yürek parçalayıcı bir tonda sunuyor seyredene. Özetle sadece Pacino’nun şovu bile tek başına filmi seyretmeyi mutlak bir zorunluluk haline getiriyor her sinemasever için. Ortağı Sal rolünde John Cazale sessiz ve dengesiz bir karakteri, sevgilisi Leon rolünde Chris Sarandon ise transseksüelliğe adım atmaya çalışan hassas ve zayıf bir karakteri canlandırırken yine etkileyici performanslar sergiliyorlar. Sinema kariyeri boyunca sadece beş film yapan ama bunların her biri sinema tarihinde iz bırakmış filmlerden olan Cazale, Javier Bardem’den çok önce ilginç saç kesimi ile de bir oyuncunun ilgiyi toplayabileceğini gösteriyor.

Gerçek bir hikâye üzerine yazılan bir makaleden yola çıkan senaryo yetmişli yılların havasına uygun biçimde sosyal ve politik konulara da yer veriyor. Kahramanımızın Attica Hapishanesinde insanca yaşam koşulları için çıkan isyanı anması, o dönem için netameli bir grup olan eşcinsel gruplara “normal” yaklaşımı, serbest bırakılan rehinenin derisinin rengi nedeni ile soygunculardan biri sanılması ve filmin başında arka arkaya bir kontrast yaratacak şekilde görüntüye gelen zengin/yoksul ve çalışan/eğlenen New York’lular filmin bu konudaki duyarlılıklarının birkaç örneği sadece. Belki tümünden de önemli olarak, bankanın etrafında toplananların kahramanımıza verdiği desteği anmalı. Küçük suçlularımız için toplanan yüzlerce polis ve rehin alınan beyaz yakalı banka çalışanlarının günlük hayatlarındaki on dakikalık tuvalet molası gibi ayrıntılar da dikkat çeken başka vurgular.

Dede Allen’ın çok başarılı kurgusunu da ayrıca anmak gerekiyor. Kurgunun bu büyük ustası kameranın Pacino’nun peşinden koştuğu sahneler başta olmak üzere çoğunlukla hareketli bir kameradan gelen görüntüleri büyük bir ustalık ile birleştirirken hiç bir şekilde bir “müdahele” hissettirmiyor; aksine seyirci olarak tüm o dinamizmin içinde olsaydık ne yapacaksak kamera onu yaparken biz de bu başarılı kurgu sayesinde ne göreceksek onu görüyoruz. Sidney Lumet hiç aksamayan bir yönetim ile nerede ise en ufak bir fazlalılık hissettirmeden hikâyeyi tempolu, eğlendirici ve düşündürücü bir şekilde anlatmayı başarıyor.

Pacino’nun canlandırdığı Sonny karakterinin kıstırılmışlık duygusu içinde ama vicdanını, iyiliğini ve sevgisini yitirmeden direnmeye çalışmasını anlatan film heyecanlı, zaman zaman komik ve sosyal boyutu da eksik olmayan atmosferi ile yetmişli yıllar sinemasının en parlak örneklerinden biri. Vietnam savaşını ve onun Amerikalı asker kurbanlarını, halk kahramanlığı ile Kemal Sunal’ı ve Brecht’i akla getiren bir film. Evet Brecht’in dediği gibi : “Banka kurmanın yanında banka soymak nedir ki?”

(“Köpeklerin Günü”)