The MacKintosh Man – John Huston (1973)

“Vatanseverlik bir alçağın son sığınağıdır”

Bir casusluk örgütünü ortaya çıkarmak için kimlik değiştiren bir ajanın hikâyesi.

Yönetmen John Huston’dan orta karar bir Soğuk Savaş dönemi filmi. İngiliz yazar Desmond Bagley’nin bir romanından uyarlanan senaryo pek çok tanıdık öğe getiriyor karşımıza: becerikli bir ajan, vatanseverler, hainler ve birden çok ülkede geçen bir hikâye. Burada da filmimiz Londra-İrlanda-Malta hattını izleyerek anlatıyor olayları.

Ajanın gerçek kimliği ve hedefinin ne olduğu konusunda uzun bir süre seyirciyi merakta tutan ve bu arada da yanıltan senaryo bir yandan gerilimi artırırken bir yandan da seyirciyi bir parça filmin havasından uzaklaştırma riskini taşıyor. Yine de eski usul gerilim/soğuk savaş filmlerinin tipik örneklerinden biri olan bu film “kızıllara” karşı savaşan gizli servis ajanlarının maceralarının bir diğer ve pek de çarpıcı olmayan bir örneğini oluştururken, başarılı takip sahnesi ve aksamayan sakin temposu ile kendini seyrettirebilecek bir anlatıma sahip.

Film müziklerinin tanınmış ismi Maurice Jarre’ın melodileri filmin havasına oldukça uygun bir şekilde gizemli bir havanın yaratılmasını desteklerken oyunculukların genellikle idare eder bir havada olduğunu belirtmekte fayda var. Anlaşılan özellikle malikaneden kaçış sahnesinde olduğu gibi zaman zaman inandırıcılık problemi yaşayan senaryo başta Paul Newman olmak üzere oyuncuları da etkilemiş. 70’lerin tipik kamera zumlarının az da olsa kendini gösterdiği film eski usul bir casusluk romanından bu romanın havasını aynen taşıyan eski usul ve zaman zaman vasata kayan havası ile kalıcılığı olmayan bir çalışma. Yine de gösterdikleri ve hatırlattıkları ile ve günümüz sinemasının gürültüsünden uzak havası ile geçici de olsa ilgiyi hak edebilir; Paul Newman’ı, Batı dünyasının komünizm paranoyasını, becerikli ajanları ve vatanseverlikten en çok bahsedenlerin genellikle hainler olduğu hatırlatan bir film özet olarak. John Huston’ın kendi izini nerede ise hiç göstermediği bir film.

(“Özgürlük Tuzağı”)

Gigi – Vincente Minnelli (1958)

“Meslek: Aşık ve güzel şeylerin koruyucusu. Koleksiyoner değil, daha genç ve güzel şeylerin koruyucusu”

1900 yılında Paris’te kortezan olmak üzere yetiştirilen bir genç kızın müzikal hikâyesi.

Fransız yazar Colette’in kısa bir romanından uyarlanan film bu romanın dram havasını bir müzikal komediye dönüştürerek eseri çok farklı bir yere taşımış. Müzikal de olsa komedi de, bir genç kıza gösterilen hedefin kortezanlık olması tüm o şarkıların içinde gözden kaybolmaması gereken bir durum ve filmi etik açıdan hiç de doğru bir yere oturtmuyor. Genç kızı yönlendiren kadın karakterlerin komikliği ve sevimliliği filmin müzikal havasını sıyırırsanız hiç de komik durmayabilir aslında. Kim bilir, belki de Amerikalılara aşk ülkesi Fransa’da geçen bir hikâye için bu oldukça normal bir durum olarak görünmüştür. Burada rahatsız edici olan aslında hikâyenin kendisi değil, orijinal kaynağından farklı bir sevimlilik havası içinde aktarılması hikâyenin.

Hikâyenin bu tartışmalı yönü bir kenara bırakılırsa, bir Minnelli müzikali elbette ve özellikle görsel yönü açısından muhteşemdir ki bu film de öyle. Estetik Paris görüntüleri eşliğinde, gösterişli yirminci yüzyıl başı kostümleri, Gigi’nin evindeki kırmızı hava ile özellikle dikkat çeken canlı renklerin peş peşe ve yoğun kullanımı ile tüm renklerin bir geçit töreni yaptığı ve bir estetin elinden çıktığını her karesi ile vurgulayan bir film bu. Deniz kenarındaki şarkı sırasında gökyüzünün gittikçe kararan ve kırmızının farklı tonları içinde değişen rengi hem eğlenceli ve keyifli bir şarkı ve sahneye fon oluyor hem de yönetmenin renkler ile oynamasının bir örneğini oluşturuyor. Tüm Minnelli müzikalleri gibi estetiğin hayli ağır bastığı bir film bu özet olarak.

Bir müzikal film için şarkıların sözlerinin şarkıların kendisinden ağır basması çok rastlanır bir durum değil ama burada Alan Jey lerner hem şarkı sözlerinde hem de tüm diyaloglarda oldukça başarılı bir iş çıkarmış ve Minnelli’nin estetiği ile birlikte filme damgasını vurmuş. Şüphesiz filmde başta çok bilinen “Thank Heaven for Little Girls” olmak üzere “She Is Not Thinking of Me” ve “It’s a Bore” gibi başarılı şarkılar ve bu şarkıların seslendirildiği sahneler yer alıyor ama sözlerin başarısı gözden kaçırılmamalı.

Louis Jourdan ve Maurice Chevalier iki yıl sonra çekilen Can-Can filminde olduğu gibi yine bir Amerikan müzikali için kamera karşısına geçmişler ve filmde Jourdan oldukça başarılı bir performans sergilerken Chevalier sadece kendisinden bekleneni yapıyor gibi görünüyor film boyunca. Leslie Caron ise güzelliği, zarafeti ve oyunu ile elbette çok etkileyici. Maxim’e gelenlerin karşılanma sahnesi ve Jourdan’ın “She Is Not Thinking of Me” şarkısını seslendirdiği bölüm gibi müzikalite ve görsellik açısından oldukça başarılı anlara sahip olan film Minnelli’nin elinden çıktığını her hali ile belli ediyor.

Hikâyenin çarpıtılmış olmasının ahlâki boyutunu ve küçük sınıfların aşağılanması gibi önemsiz (!) konular bir kenara bırakılırsa, eğlenceli ve görselliğin zirvede olduğu bir müzikal. Estetik bir film.

Zona Sur – Juan Carlos Valdivia (2009)

“Katlanamadığım bir şey varsa, o da ucuz çarşaflardır”

Bolivya’da değişmekte olan bir toplumsal düzenin temsilcilerinden bir ailenin hikâyesi.

Hemen tamamen bir zengin evinin içinde, bahçesinde ve çatısında geçen film radikal bir biçimde değişmekte olan bir toplumda bir beyaz aile ve hizmetlilerinin birkaç günü üzerinden hem çökmekte olan bir eski düzeni hem de yaklaşmakta olan bir yeni düzeni sakin bir anlatımla karşımıza getiriyor.

Film hemen hepsi tek bir planda ve yavaş bir şekilde ama sürekli (ve genellikle de dairesel) hareket eden bir kamera ile çekilmiş sahnelerden oluşturulmuş. Adeta kamera evin içine sessizce girmiş ve onun varlığından habersiz normal günlük hayatlarını yaşayan bireyleri kayıt altına almış gibi. Kamera her bir sahnede turunu atarken ilk bakışta bir aile içinde geçen ve sadece o aile için bir anlam taşıyabilecek küçük olayları aktarıyor gibi görünüyor. Sanki dışarıda başka bir hayat yokmuş gibi görünebilir, özellikle de kapının eşiğinden ileri gitmeyen kamera nedeni ile. Oysa film küçük imalar, görüntüler ve sahneler aracılığı ile dışarıda bir şeylerin olmakta olduğunu altını çok da çizmeden söylüyor sürekli.

“Dışarısı” ve orada olan bitenle ilgili ve çoğunlukla belirsiz imalar sık sık karşımızda filmde. Filmin sonunda evin içindeki tüm bireylerin evin farklı pencereleri önünde cama dayalı bir şekilde dışarıyı seyretmeleri ve yaklaşmakta olan “şeye” bakmaları gibi sembolik karelerin yanında, okunan bir gazetenin ön sayfasındaki Morales fotoğrafı, evi satın almayı teklif eden yerli kadın, isyanını yavaş yavaş ortaya çıkarmaya başlayan hizmetli üzerinden yükselen yeni düzeni; hem maddi durum hem ilişkiler açısından aileyi bir arada tutmaya çalışan anne, sorumsuz genç ve normların dışındaki bir ilişki içindeki genç kız üzerinden çökmekte olan eski düzeni hatırlatıyor bize. Gizlice hanımının banyosunu, bornozunu ve kremlerini kullanan uşak bu değişimin biraz fazla sembolik olsa da en açık göstergelerinden biri.

Tüm bireylerinin bir şekilde bir dengesizlik içinde olduğu ailede en sağlam karakter ailenin sanatçı ruhlu küçük oğlu sanki. Sürekli sorguluyor ve hizmetliler ile en dürüst ilişkiyi o kuruyor gibi. Onun ilişkisi diğerlerine göre daha dürüst çünkü bir üstün kişinin alttakine gösterdiği gibi bağlılığa ve biat etmeye dayalı bir yaklaşım değil onunki. Özetle bir lütuf gösterme üzerine değil, eşitliğe dayalı bir yaklaşım onun gösterdiği. Bu beyaz aile ve yerli hizmetçilerin yanısıra melez karakterler de var filmde ve bize beyazların yerlileri ve her ikisinin de melezleri daha altta gördüğü hatırlatılıyor zaman zaman. Annenin biz de bu ülkenin yerlisi değil miyiz diyen çocuğuna sarfettiği “Sen de yerlisin ama üst sınıftan bir yerlisin” sözleri filmde yaklaşmakta olan değişimin sadece ırk tabanlı değil sınıf tabanlı da olabileceğini göstermesi açısından önem taşıyor.

Oyuncular için zorlayıcı bir tercih olan tek planlı çekimlerde tüm kadro bu zoru başarıyor ve doğal oyunculukları ile bir ailenin günlük hayatını tam da olduğu gibi getiriyor karşımıza. Burada küçük oyuncu Nicolás Fernández ayrıca dikkat çekiyor. Yönetmenin varlığını doğrudan hissetirdiği çok az sahne var ve burada özellikle bir yerlinin cenaze töreninden beyazların evdeki partisine yapılan kesme dikkat çekerken, sahnenin altının nadir olarak çizildiği anlardan biri oluyor. Evin satılması için teklif yapılması ve uşağın kendisine bağırılmasına karşı çıkışı sahneleri de bir şekilde tüm filmin özeti yerine geçebilecek başarılı anlara sahip.

Sonlardaki toplu yemek sahnesi ile belki de bir uzlaşma ve biraradalık umudunu aktaran film, anlatılır gibi görünen hikâyesine değil bu hikâyenin sembolize ettiklerine odaklanılması gereken çalışmalardan. Sonuçta filmde aslında olan biten bir şey yok diye düşünmek mümkün çünkü. Değişimlere ilgi duyanlar için ve belki biraz fazla sembolik ama gerçekçi ve akıl dolu bir film.

(“Southern District” – “Güney Bölge”)

Um Filme Falado – Manoel de Oliveira (2003)

“Bir gün sislerin içinden, beyaz atı ve kefeni ile çıkıp gelecek”

Kocası ile buluşacağı Bombay’a gitmek üzere kızı ile Lizbon’dan gemi yolculuğuna çıkan bir tarih öğretmeninin hikâyesi.

Söz konusu yönetmen bu filmi seksen beş yaşında çeken ve günümüzde de kariyerine devam eden Manoel de Oliveira olunca filmin her ruha uygun olmadığı açık. Temel olarak önce gemi ile gezerken uğranılan limanlara ve sonrasında da gemideki zamana odaklanan ama tüm film boyunca uygarlığın tanımı, uygarlığın oluşumu, tarih ve tarih bilinci, öğrenme açlığı, kadın-erkek ilişkileri ve kadının konumu ve uygarlığın sonuna odaklanan bu oldukça Avrupalı film adından da anlaşılacağı gibi konuşmalı bir film. Karakterlerimiz soruyor, anlatıyor, sorguluyor, tartışıyor ve tanık oluyorlar.

Filmin her sinemaseverin gönlünde taht kuracak muhteşem bir kadrosu var. Catherine Deneuve, John Malkovich, Irene Papas ve Stefania Sandrelli isimleri yeterince doyurucu olsa gerek ama bu oyunculardan bir oyunculuk gösterisi gelmiyor filmde. Bunun temel nedeni ise filmin böyle bir amacının olmaması. Bu dört karakter hemen tamamen gemide kaptanın yemek masasında geçen ve zaman zaman doğaçlama havası veren diyaloglar ile bir belgesel görüntüsü içinde imiş gibi oturuyor ve konuşuyorlar. Tam da bu, aslında sıradan bir oyunculuk gösterisinden daha fazlasını sağlıyor seyredene. Bu dört büyük isim samimi bir ortamda kendilerini ortaya döküyorlar, geçmişlerini, mutluluklarını, acılarını, kırgınlıklarını ve özlemlerini paylaşıyorlar. Böyle bir ana tanık olmayı kim istemez!

Lizbon-Marsilya-Napoli-Atina-İstanbul-Port Said-Aden rotası boyunca küçük kız soruyor ve annesi efsaneler, hikâyeler, mitoloji ve gerçekler üzerinden anlatıyor filmin yarısından daha fazla süren bir zaman dilimi boyunca. Pompei, Akropolis, Ayasofya, piramitler gibi anıtlar, eserler, bölgeler sıklıkla soru cevap ile zaman zaman araya giren yerel insanların da katkısı ile hikâyeleri ile birlikte karşımıza geliyorlar. Kartpostal görüntüler üretmeye oldukça yüksek bir potansiyel taşıyan bu şehirler/eserler yönetmenin titiz bir şekilde bundan kaçınması ile süslenmeden ama yine de etkileyici karelerde karşımıza geliyorlar. Tüm bu gezi insanların çoğunlukla savaşarak inşa ettiği uygarlığın izlerini takip ediyor ve film de bizi işte geminin rotasını takip ederek bu izlerin peşinde gezdiriyor. Filmin bu anlardaki sakin anlatımı, düşük temposu ve bu atmosferi dengeleyecek herhangi bir yönteme başvurmaması pek çok seyirci için yorucu (ve hatta sıkıcı) olabilir. Kendinizi resimli bir uygarlıklar tarihi kitabını okuyor gibi hissetmeniz mümkün tüm bu sahneler boyunca. Kamera zaman zaman Ayasofya’da yerdeki haç işaretleri örneğinde olduğu gibi duruyor ve “düşünüyor” eserler üzerinde. Tüm anlattığı hikâyeler ile film, uygarlığı çelişkilerin yarattığını öne sürüyor.

Dört insanın dört farklı dilde konuştuğu ama derin bir entelektüel tartışmayı yapabildikleri bir yemek masasında dakikalarca konuşanların görüntülenmesi seyri yorucu bir tecrübe ama bu sohbetler filmin uygarlık üzerine dile getirdiklerinin de en net ifade edildikleri anlar. Uluslar, uygarlıklar ve insanlar arasındaki ilişkiler üzerine adları Malkovich, Deneuve, Papas ve Sandrelli olan kişilikleri bu sahnelerde dinlemek (evet çoğunlukla sabit bir kamera ile ve kesintisiz tek çekimle gerçekleştirilen bu sahneler için görmek kadar dinlemek de çok uygun bir kelime) kimileri için oldukça çekici bir fırsat, herkes için olmasa bile.

ABD’ye ve bu ülkeyi oluşturan unsurlara mesafeli durup eleştiren, diyalogları ile Avrupa ve özellikle Yunan uygarlığını, sürenin uzunluğu açısından görüntüleri ile İstanbul’u kayırır gibi görünen film beklenmedik finali ile şaşırtıyor. Oldukça basit çekilmiş gibi görünen bu final son karede Malkovich’in dehşet içinde donan yüzü ve jenerik akarken devam eden ses bandı ile uygarlığın sonu üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Bu sahnenin Papas’ın seslendirdiği ve ağıt havası taşıyan halk şarkısının ardından gelmesi sahnenin etkisini artırırken bir yandan da uygarlıkların maalesef çatışmalar üzerinde yaratılıp ilerletildiğini düşünüyorsunuz. Belki içinde bulunduğumuz uygarlığın da sonu gelmiş ve yeni bir uygarlık ayak seslerini duyurmaya başlamıştır, kim bilir. Evet, konuşmalı daha doğrusu çok konuşmalı bir film.

(“A Talking Picture” – “Konuşmalı Bir Film”)