Vozvrashchenie – Andrei Zvyagintsev (2003)

“Neden döndün? Neden aldın bizi yanına? Ne ihtiyacın var bize?”

On iki yıl aradan sonra eve dönen bir babanın iki oğlu ile çıktığı yolculuğun hikâyesi.

Andrei Zvyagintsev bu ilk sinema filminde daha sonra “Vozvrashchenie-Sürgün” filminde de tekrarlayacağı başarısının ilk muhteşem örneğini veriyor. Tek kelime ile mükemmel bir film bu ve sinemanın saf halinde nasıl tüyler ürpertici olabileceğini, insana odaklı ve samimi bir hikâyenin seyredeni nasıl alıp götürebileceğini ve sinemanın sanatsal yanına şüphe ile yaklaşanların nasıl da yanıldığını gösteriyor bize. “Basit” bir film bu; oyunculukları, hikâyesi ve mizanseni ile. İşte tam da bu basitlikten nasıl bir başyapıt çıkarıldığını görünce yönetmenine hayranlık duymamak imkânsız.

Başroldeki üç isim, baba rolünde Konstantin Lavronenko ve iki oğlu Andrey ve İvan rolünde genç isimler Vladimir Garin ve İvan Dobronravov oynamıyorlar da sanki hayatlarını bir gizli kameraya açmışçasına tüm o hikâyeyi yaşıyorlar sadece. Baba ve oğulları arasındaki ilişkinin her farklı aşamasını bize içtenlikle ve bazen hiç konuşmadan sadece bakışlarla, vücut dilleri ile aktarmayı başarıyorlar. Genç oyuncuların hissettikleri öfkeyi, umudu, korkuyu, tedirginliği ve şüpheyi, ve babanın tüm diğer duyguların toplamını oluşturan gizemini ve sertliğe/soğukluğa dönüşen iletişim çabasını bize daha iyi kimse anlatamazdı diye düşünmemek elde değil.

Basit ve bir o kadar da “sessiz” bir film bu. Diyaloglar sadece gerektiği kadar, ne bir kelime fazla ne bir kelime eksik. Ses efektleri yok denecek kadar az. Kahramanlarımıza ve onların dokunduğu, hissettiği, gördüğü nesnelere ait olanlar dışında hiçbir dış ses duyulmuyor. Çoğunlukla alçak bir tonda duyulan bu sesler, filmin mükemmel bir biçimde yansıttığı gizemi ve belirsizliği daha da destekleyen bir atmosfer yaratıyorlar. Tasarlanmış değiller ve içine girmemize izin verilen hayatın gerçek sesleri zaten onlar olduğu için duyuluyorlar gibi.

Basit, sessiz ve “görsel” bir film aynı zamanda. Film boyunca karşımıza gelen o geniş boşluklar ve alanlar ve boş mekânlar bu hikâyenin sadece bu üç insana ait olduğunu ve diğer nesnelerin ancak onlar dokunduğu/gördüğü/hissettiği sürece var olduğunu söylerken bir yandan da kahramanlarımızı saran o koca belirsizliği elle tutulur hale getiriyorlar. Bu sessizlik ve boşluklar bu insanları etraflarından soyutlayarak sadece onlara odaklanmamızı da sağlıyor. Zvyagintsev zaman zaman seçtiği yakın plan yüz çekimleri ile bazen bir bireyin ona özel dünyasına sokarken bizleri, bazen de ufak kamera hareketleri ile binlerce sözün anlatacağından daha fazlasını anlatıyor. Örneğin babanın dönüşünden sonraki ilk beraber yenilen yemekte, görüntüde önce sadece babaya yer veren kamera yavaşça geriye kayarak tüm aileyi içine alan bir açıya geçiyor ve o ortamda artık yeni bir varlığın ve yeni bir otoritenin olduğunu söylüyor bize.

Güven nedir, ne zaman ve hangi şartlar altında oluşur, bir yandan ihtiyaç duyulan ama bir yandan ret edilen bir otorite nasıl kendini kabul ettirir, etrafımızdakilere duygularımızı, hissettiklerimizi söylemekte neden zorlanırız? Ve belki tümünden önemlisi sadece sevilmeyi değil sevmeyi hak etmenin de emek gerektirdiği üzerine ve hayatlarımızda bırakılan boşlukların nasıl bir büyük canavara dönüşebileceği üzerine bir film.

Hikâyede özellikle bırakılan belirsiz noktaları ile hayatın içindeki doğal gizemi de bize getiren ve olağanüstü sahneleri ile (baba ile ilk karşılaşma, çocukların yatakta ve çadırdaki konuşmaları, küçük çocuğun bir süre yalnız kaldığı anlar, sondaki giden kayığın ardından bakan çocuklar vs.) kalıcı etkisi olacak bir film. Sondaki siyah beyaz fotoğrafları ve kısa halk şarkısı ile insanın yüreğini buran bir film. Sahici bir film. Mükemmel.

(“The Return” – “Dönüş”)

There’s No Business Like Show Business – Walter Lang (1954)

“Yaşım hakkında yalan söylediğim tek şeydir ve o zaman da eklemem, çıkarırım”

Tüm üyelerinin müzikal ve şov dünyasında olduğu bir ailenin ve şov dünyasının hikâyesi.

Ünlü müzisyen Irving Berlin’in şarkılarını yazdığı bu müzikal bu türün başyapıtlarından biri olmasa da özellikle müzikal sevenlerin ve belki de sadece onların keyifle seyredeceği bir film. Filmin birkaç problemi var. Bunların en önemlisi hikâyesinin sık sık geri plana düşmesi ve çok tahmin edilebilir bir akış izlemesi. Bir müzikal için bunun o kadar da önemli olmadığı düşünülebilir ama film sık sık sahnede sergilenen müzikal performansları ile yetinip gerisini pek dert etmemiş gibi görünüyor. Bu performanslar çok başarılı gerçekten ve burada da üç isme özellikle dikkat etmek gerekiyor. Filmin yönetmeni Walter Lang olsa da dans ve şarkı bölümlerini düzenleyen isim Robert Alton ve filmin en çekici bölümleri onun başarısı. Irving Berlin filmde yer alan “Heat Wave”, “Alexander’s Ragtime Band” ve elbette filmin isim şarkısı gibi keyifli şarkıların sahibi olarak ve Ethel Merman anne rolünde filmin tüm yükünü sırtlayarak başarının diğer sahipleri olmuşlar. Merman hemen tüm yükü sırtlıyor çünkü diğer oyuncular ya özel bir performans vermemişler ya da Donald O’Connor gibi altı fazla çizilmiş bir performans sergilemişler. Marilyn Monroe ise müzikal sahnelerinde kendini bir parça daha toparlamış olsa da oldukça donuk ve bazen de ne yapacağını belirleyememiş bir havada oynuyor. Yine de ne olursa olsun Monroe Monroe’dur ve tüm gözleri kendisine çeken ışığın farkedilmesi için herhangi bir özel çaba harcamasına gerek kalmamış.

Gereksiz dış ses kullanımına sık sık başvuran film şarkıları, kostümleri, koreografisi ve tüm o rengârenk kostümleri ile müzikal sevenleri kendisine çekecek özellikler taşıyor ama müzikal filmlerin asıl başarı sırrının şarkıların hikâyenin parçası olması olduğununun unutulması ve şarkıların burada nerede ise hikâyeden bağımsız olması onların da keyfini kaçırabilir. Filmde sadece tek bir sahnede bir şarkı kahramanımızın derdini anlatmak için yer almış ve böyle olunca da o bölüm filmin tümünden farklı ve ayrıksı kalmış görünüyor. Yine de “Heat Wave” şarkısındaki Marilyn Monroe’nun cazibesi filmi seyretmek için tek başına yeterli bir neden olabilir. Ayrıca kadınların bu filmden sırnaşan birinden kurtulmanın yolunu öğrenmesi de mümkün.

(“Sahne Aşıkları”)

Lolita – Stanley Kubrick (1962)

“O, yumuşak ve hayalperest çocuksulukla tuhaf bir adiliğin karışımı”

Bir edebiyat profesörünün 14 yaşındaki bir kıza duyduğu tutkunun hikâyesi.

Nabokov’un sansasyon yaratan romanından kendisinin senaryolaştırdığı ve sinemanın dâhi yönetmeni Stanley Kubrick’in çektiği bu film sinema tarihinde iz bırakan eserlerden biri. Çektiği on üç uzun metrajlı filmin hemen her birinde farklı bir türe el atan (örneğin “Paths of Glory” ile savaş, “2001: A Space Odyssey ile bilim kurgu, “The Shining” ile korku vb.) yönetmen sanki tüm sinema dünyasına her bir türe nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda ders vermeye çalışmıştı. Bu filmde de Kubrick’in “erotik” sinemaya oldukça farklı bir yaklaşım getirdiğini söylemek mümkün.

James Mason profesör rolünde Kubrick’in karakterine biçtiği alaycı tarzı benimsemiş bir şekilde ve hem acıma hem nefret duygusunu uyandırmayı başararak oynuyor. Tüm o “ayartma ve aslında beraberinde ayartılma”, kapıldığı tutkunun beraberinde getirdiği başının derde girme korkusu, kıskançlık ve yavaş yavaş kaybolan özgüven anlarını zaman zaman iyice öne çıkan mizahı da unutmadan keyifli bir biçimde canlandırıyor. Shelley Winters “yalnız ve sevgiye özlem duyan anne” rolünde ne parlak bir oyuncu olduğunu hatırlatıyor bir kez daha ve karakterinin “aşk ihtiyacını dizginleyemeyen ama bunu örtmeye çalışan” ve zavallılık duygusu yaratan çabasının altını kesinlikle rahatsız etmeyen bir vurgu ile çiziyor. Sue Lyon genç kız rolünde karakterinin acımasızlığını ve tehlikesini rahat bir oyunla ama ekibin bir parça gerisinde kalarak sunuyor. Lyon bu ilk sinema filminde Kubrick ile ve daha sonraki iki filminde (“The Night of the Iguana” ve “7 Women”) John Huston ve John Ford gibi iki usta yönetmenle çalıştıktan sonra televizyon filmlerine geçen ve sonra da film dünyasından kaybolan bir isim olmuştu. Ve Peter Sellers… Kurnaz, çapkın ve acımasızlığın sonuna kadar giden karakterinin profesörü nasıl elinde oynattığını inanılmaz bir şekilde aktarıyor bize; aralıksız ve hızlıca kurduğu uzun cümlelerden oluşan konuşmaları, ironiyi ve kurnazlığı nerede ise hiçbir diyaloğa ihtiyaç olmayacak şekilde seyredene geçiren mimikleri ve vücut dili, ustası olduğu kimlik değiştirmeleri ve taklitleri ile zaman zaman filmin asıl yıldızı oluyor. Onun karakteri tek başına ve farklı bir filmin ana konusu bile olabilir diye düşünmemek elde değil.

Filmlerinin her bir karesini titizlikle planlayan ve istediği sonucu alana kadar sahneleri defalarca çekmekle tanınan Kubrick bu filminde de klasikleşmiş sahnelere imza atmış; açılıştaki filmin temasını da özetleyen pedikür bölümü, tüm komikliği ile ve sonraki gelişmeleri de haber veren sinemadaki üçlü el tutma sahnesi, kahramanımızın düştüğü zavallılığı vurgulayan kıskançlık dakikaları, anne-kız arasındaki erotik çekişme anları, fiziksel komedi öğeleri ile otel odasındaki ilave yatağı açma sahnesi vs. Otel odasında profesör ile genç kız arasındaki konuşma sahnesi seçilen kamera açıları, oyuncuların yerleşimi ve vücutlarını kullanımı ile başlı başına bir sinema dersi olacak özellikte.

Erotizme başvurmadan erotik olmayı başaran, tutku ile aşık olunan kişinin hem efendisi hem kölesi olunacağını vurgulayan, ve dram, trajedi ve komediyi aynı anda verebilen bu film işte o mutlaka görülmesi gerekli filmlerden. Seyrederken ilgiyi bir şekilde hep üzerinde tutmayı başaran garip bir çekiciliği var bu filmin ve vasat bir yönetmenin elinde “anlamsız ve komik” durabilecek bir senaryonun Kubrick gibi usta bir sinemacın eline geçtiğinde nasıl boyut değiştirdiğine şahit olmak çok keyif verici. Filmin tam anlamı ile tadının çıkarılabilmesi için seyrederken kendinizi serbest bırakmanız ve filmin sizi sürüklemesine izin vermeniz gerekiyor; o zaman gülecek, üzülecek, düşünecek ve hayran olacaksınız.

Anastasia – Anatole Litvak (1956)

“Bir oyuncu kendini oynadığı karakter sanıyorsa ondan derhal kurtulun”

1917 devriminden sonra öldürülen Çar ailesinin katliamdan kurtulan en küçük kızı Anastasia olduğunu iddia eden bir kadının hikâyesi.

Bir tiyatro oyunundan uyarlanan film klasik Amerikan sineması tadında beyaz perdeye aktarılan, hemen tamamen iç mekanlarda geçen ve tiyatronun bol konuşmalı atmosferinden uzaklaşmasa da gerek konusu ve bu konuyu anlatım biçimi gerekse oyuncuları ama özellikle Ingrid Bergman’ın performansı ile sürükleyici olmayı başarmış bir çalışma.

Sinema tarihinin en büyük oyuncularından biri olan Bergman canlandırdığı karakterde rol yapan, yaptığı rolden yorulan ve kafası karışan, kim olduğunu kendisi de unutan ve gidip geldiği zıt noktalardan bitkin düşen kadını olağanüstü bir şekilde getiriyor karşımıza. Onu seyrederken sanki bir tiyatro sahnesinde ve sizin karşınızda o anda o karakteri canlı olarak sunuyor size gibi hissetmeniz mümkün. Yürüyüşü, mimikleri, içinden geçtiği karmaşanın yükünü tam bir ustalıkla aktaran vücut dili ile neden büyük bir oyuncu olduğunu bir kez daha gösteriyor. Yul Brynner elverişli fiziğinin de yardımı ile iş adamlığı ile aşk arasında sıkışan Rus general, Helen Hayes ise hayal kırıklıklarından yılmış ama içinde hala bir inanma umudu taşıyan imparotoriçe rollerinde keyifli ve etkileyici bir performans veriyorlar. Diğer yan rollerdeki oyuncular da filme hiç aksamadan katkı sağlamışlar. Klasik Amerikan sinemasının “büyüklüğünün” biraz da ve bazı filmlerde tamamı ile o büyük oyuncularından kaynaklandığının bir diğer kanıtı bu filmdeki oyunculuklar.

Klasik anlatımın dışına nadiren çıkan film bir sahnesinde iki farklı odadan birbirleri ile konuşan karakterlerini değil bu iki odanın arasındaki boş salonu göstererek ana akım anlatım yöntemine bir farklılık getiriyor ve konuşmanın hemen ardından Yul Brynner’in salona dönmesi ile onun başlamakta olan değişiminin ipucunu da oldukça etkileyici şekilde iletiyor seyredene. Atmosferi destekleyen başarılı müzik günümüz sinemasına alışkın olanlar için belki fazla ön planda görünebilir ama o dönem sineması için gayet normal bir durum bu.

Büyük imparatoriçe ile Anastasia’nın ilk karşılaşma sahnesi gibi oldukça etkileyici anları var filmin. Bu sahnesinde Bergman ve Hayes müthiş oyunculukları ile kim olduğunu artık kendi de bilmeyen bir kadını ve artık taşımadığını zannettiği umudunu tekrar hissetmenin mutluluğunu ve tedirginliğini yaşayan bir kadını tüyleri diken diken edecek bir performans ile aktarıyorlar karşılıklı olarak. Benzer şekilde Anastasia’nın tüm “eğitim” bölümleri ve finaldeki büyük tanışma anının öncesi gibi sahneler de ustalıkla kotarılmış.

Paris’te yaşayan Beyaz Rusların Rus aksanı ile konuşması güzel bir fikir ama kendi aralarında Rusça değil ve hatta Fransızca bile değil ama İngilizce konuşmaları gibi Hollywood alışkanlıklarını ve zaman zaman fazla konuşulan bir film olmasını bir yana bırakarak ve sadece “fakir olmak ve böylece sevilince gerçekten sevildiğini bilebilmek” tercihi ile karşı karşıya kalan Ingrid Bergman’ın müthiş oyunculuğu için bile seyre değer.

(“Çarın Kızı”)