Keurosing – Tae-gyun Kim (2008)

keurosing

“Senin gibi genç bir adam nasıl bu kadar umutsuz olabilir?”

 

Kuzey Kore’li bir adamın ailesini diktatörlükle yönetilen bu ülkede ayakta tutma çabasının hikâyesi.

 

Kuzey Kore’de yaşayan insanların bugün içinde bulunduğu hayatın melodramatik, trajik ve propaganda havasını bolca taşıyan bir anlatımı var filmin. Açlığın, baskının ve yozlaşmanın en uç noktalarda olduğu bu hayatta kırmızı fularlı öğrenciler, başkana övgüler dizilen törenler ve zorla devlete bağlılığı ifade eden cümlelerin tekrarlatıldığı mahkumlar eksik değil. Gerçek hayatlardan esinlendiği söylenen hikâyesi ile film, tüm bunları siyah-beyaz mantığı içinde her şeyin yanlış ve her şeyin doğru olduğu dünyaları karşılaştırarak gösteriyor ve böylece söylediklerinden bağımsız olarak kendisini bir propagandanın aleti yapıyor.

 

Madencilerin sefalet içindeki hayatını gösteren film, kaçak çalışmak için gidilen Çin’deki madencilerin durumundan veya Türkiye gibi liberal dönüşümünü bir azgınlık içinde sürdüren ülkelerdeki madenlerden söz etmeyi düşünmeden, tek hedefini Kuzey Kore’deki zavallı akrabalarının durumunu Güney Korelilere ve tüm dünyaya göstermek şeklinde belirliyor. Propaganda amacı bu kadar net olunca, kullanılan sinema dili de buna uygun olarak temiz ve klasik. Diyaloglar, gösterilen sahneler ve oyunculuklar filmin hedefine uygun olarak göz yaşı döktürmeyi hedefleyen bir içeriğe sahip. Dinin de zaman zaman hikâyeye yedirildiği film bu alanda diğer propaganda alanlarının aksine doğrudan bir propagandaya girişmiyor ama tam da misyonerlerin kendisine en uygun çalışma ortamı olarak göreceği acı çeken ve İsa’yı ve inancını sorgulayan insanları getiriyor karşımıza ve bu bağlamda bakıldığında daha üstü kapalı bir anlatımı tercih ediyor.

 

Kuzey Kore’nin sefaletinden sonra karşımıza çıkan ilk uygarlık görüntüsünün caddelerinde Mc Donald’s olan Çin şehirlerinin olması, Güney Kore’li futbolcuların sağlıklı beslendikleri için iyi koştuklarının (aksine bu tür diktatörlüklerde özellikle sporcuların ve sanatçıların propaganda aleti olarak el üzerinde tutuldukları unutulmuş anlaşılan) konuşulması filmin niyetini doğru okumak için yeterli.

 

Ölçüsünü epeyce kaçırmış olan film eleştirdiği diktatörlüklerin tipik propaganda görüntülerini kullanmaktan da çekinmiyor; aydınlık ufuklara doğru yürüyen kahramanlar ve yeni siyasi/ekonomik düzeninde rehafa eren bireyler vb. Soğuk Savaş döneminin Doğu Bloku ülkelerine yayın yapan Amerikan radyolarının programlarından sinemalaştırılmışa benzeyen film, tüm bu güzel çekilmiş ve melodrama boğulmuş sahnelerdeki becerisini keşke bu kadar kaba bir propaganda aracı yapmasaymış. Sonuçta evet Kuzey Kore’de yaşayanlar gerçekten perişan ve ülke tam bir diktatörlük ile yönetiliyor.

 

Her ne kadar filmin hiç böyle bir derdi olmasa da filmden “sevgi, adalet ve eşitliğin olduğu bir dünyada yırtık ayakkabılar ve patlak bir top ile oynanan futbolun güzelliğini” vurgulayan bir mesaj alarak ve sondaki deniz kenarındaki piknik sahnesi ile bir zamanlar hedeflenen ama asla erişilemeyen “mutlu ve eşit insanlar” dünyasının neden kurulamadığını düşünerek ayrılırsanız, filme karşı direnmeyi de başarmış olursunuz.

(“Crossing” – “Geçiş”)

Dead Ringers – David Cronenberg (1988)

deadringers

“Bazen seni çok seviyorum, bazen de hiç eğlenceli değilsin”

 

Tek yumurta ikizleri olan jinekologların her şeyi paylaşma üzerine kurulu hayatlarının bir kadının araya girmesi ile dağılmasının hikâyesi.

 

David Cronenberg’den “The Fly”, “M.Butterfly” ve “Crash” vb. filmlerinde olduğu gibi seks, insan vücudu, dönüşme/değişme ve yok olma üzerine bir film. İkiz olmak, paylaşmak, varlığını ancak benzeri ile doğrulayabilmek ve kadınların “gerçeküstülüğü” kavramları üzerinden, temalarına soğukkanlılıkla yaklaşan bu çalışma bu mesafeli duruşu ile hem olumlu hem olumsuz anlamda filmin sizi içine almasını zorlaştırıyor ve seyredeni mesafeli bir duruş takınarak filme “duygularla değil düşünceler” ile yaklaşmaya zorluyor. Bu mesafeli durma çağrısı, kahramanlarına ne mutlak olumlu ne de mutlak olumsuz yaklaşmayı tercih etmesi ile de desteklenerek ikizlerin arasındaki kıskançlık, rekabet, didişme ve kopmaz bağı daha tarafsız bir gözle değerlendirme şansı sağlıyor bize.

 

Biri daha duygusal ve içine kapanık, diğeri daha umursamaz ve soğuk görünen ama her ikisi de kısmen aralarındaki kopmaz bağdan da kaynaklanan zayıflığı taşıyan ikizlerin gariplikleri daha filmin başında dokuz yaşındaki diyalogları ve bir oyuncak bebek üzerindeki çalışmaları ile gösteriliyor. Filmin atmosferindeki bu gerçeküstücülük veya bir başka deyişle tedirginlik havası çeşitli sahnelerle de film boyunca destekleniyor; kırmızılar içindeki ameliyat heyeti, garip jinekolog aletlerinin tasarımı vb. İkizleri karakterlerini herhangi bir açıklama ihtiyacı olmayacak şekilde başarı ile sergileyen Jeremy Irons elbette filmi sürükleyen isim olurken hem o hem de rolündeki kırılganlığı seyirciye geçirmeyi başaran Geneviève Bujold oyun tarzları ile tedirgin atmosferi besliyorlar.

 

Korkudan ziyade tedirginliği seçen, acayiplik ile zayıflığı aynı anda taşıyan karakterleri ile dikkatli seyredilmeyi gerektiren ama mesafeli duruşun zaman zaman zayıflattığı bir film bu. Ara sıra bir şeylerin eksik olduğu duygusunu yaratsa da ve hikâyesinin akışını oyunculukların ve atmosferinin gücüne teslim etmiş görünen bir senaryosu olsa da kesinlikle seyre değer.

(“Ölü İkizler”)

The French Lieutenant’s Woman – Karel Reisz (1981)

french-lieutenantswoman

“Sanki çektiği işkence onun zevki haline gelmişti”

 

19. yüzyılda İngiltere’de yaşanan bir aşk ve bu aşkın filmini çeken oyuncuların paralel bir süreçle anlatılan hikâyeleri.

 

Yönetmen sinemada özellikle “Özgür Sinema” akımı sırasında yaptığı filmlerle ünlenen Karel Reisz, senarist Harold Pinter ve senaryonun uyarlandığı romanın sahibi John Fowles olunca ve başrollerde de Meryl Streep ve Jeremy Irons’ı görünce beklentinin yüksekliği çok doğal ve işte film de bu beklentiyi rahatça karşıladığı gibi bazı anları ile tam bir sinema keyfi yaratmayı da başarıyor.

 

Meryl Streep pek çok filminde olduğu gibi burada da iyi bir oyunculuğun ötesinde bir yerlere geçiyor ve bir karakteri canlandırmayı aşıp o karakterin kendisi oluyor film boyunca. Karşımıza getirdiği iki farklı karakterin her biri için iki farklı tat taşıyan bir oyunculuk sergilemesi ve özellikle 19. Yüzyıl hikâyesi bölümünde karakterin çekingenliğini, hassaslığını ve dengesizliğini tarifi zor bir ustalık ile oynaması, sadece vücut dili ile bile seyredene bir hikâye anlatabilmesi olağanüstü. Jeremy Irons da benzer bir şekilde karakter(ler)inin zayıflığını inandırıcı olmanın çok üzerinde gerçekçi bir şekilde çiziyor. Diğer rollerde de usta İngiliz oyunculuğunu görmek mümkün ama bir tek Ernestina rolünde Lynsey Baxter zaman zaman aksıyor.

 

Film Reisz’in ustalığını gösterecek pek çok sahneye sahip; mendirekteki ilk karşılaşma, deniz kıyısında uzandıkları sahne, ormanda ağaç altındaki konuşma ve filmin sonundaki kayıkhaneden göle açıldıkları sahne kullanılan kamera açıları, kadrajdaki görüntünün içeriği, görüntü yönetimi ve sergilenen oyunculuklar ile dört dörtlük bölümler. Harold Pinter da zor bir romandan ustalık dolu bir çalışma ile Joseph Losey ile yaptığı işbirliklerinde (“The Servant”, “Accident” vb.) olduğu gibi sınıf farklarını da gündemde tutan incelikli bir senaryo çıkarmış.

 

Klasiğe yakın bir sinema dili ile ve sinemanın görsel bir sanat olduğunu unutmadan başarılmış anlarla dolu olan film, klasik ressamlara referanslar da içeriyor. Anlattığı 19. yüzyıl döneminin usta empresyonist ressamlarından Monet’in “Gün Doğumu” tablosunun “3 yıl sonra” bölümünde filmin hikâyesi ile çok uyumlu bir şekilde şekilde sinemalaştırılması filmin yaratıcılarının takdir edilmesi gereken bir başka başarısı. Kostüm filmlerinin olmazsa olmaz “ağırlığı” burada da belki zaman zaman hissediliyor ve belki sinema dili biraz ağır olabilir ama film sinemanın yüz akı örneklerinden biri. Mutlaka görülmeli.

(“Fransız Teğmenin Kadını”)

101 Reykjavík – Baltasar Kormákur (2000)

101_reykjavik

“Hayat ölümden alınan bir moladır”

 

İzlanda’da 30 yaşında bir gencin yaşadığı boş ve bencil hayatının hikâyesi.

 

Annesi ile yaşayan ukala, sarkastik, umursamaz ve büyümemekte ısrarlı bir gencin biraz romantik, biraz komik, zaman zaman genç bir ergenin fantezisini hatırlatan biraz erotik bir hikâyesi. Hayaletlerin bile sıkıldığı soğuk kış günlerinde geçen film, yapacak bir şeyi olmadığı için kendini eğlenceye vermiş insanları anlatırken kahramanının varoluşsal problemlerinden sıyrılmak için takındığı umursamazlık maskesinin arkasına bakar gibi görünüyor ama çok da ileri gitmeden eğlenceli ve garip karakterleri ile yoluna devam etmeyi tercih ediyor.

 

İzlanda filmlerinin ortak görüntüleri olan havadan çekilmiş geniş yeşil alanlar ve kar görüntüleri bu filmde de yerini alıyor ve zaman zaman gerçekten nefes kesen bu görüntüler hikâyedeki insanların kendilerini saran boşluk ve anlamszılığı daha iyi hissetmemizi sağlıyor. Oyunculuk da yapan Baltasar Kormákur’un kendisinin de rol aldığı bu ilk filminde başroldeki Hilmir Snær Guðnason tam da canlandırdığı role uyan bir kayıtsızlık ve sevimlikle görünüyor perdede ve filmin sakin bir şekilde akmasını sağlıyor. Anne rolündeki Hanna María Karlsdóttir de rolünün hakkını verirken İspanyol sinemasından Victoria Abril kendini İzlanda’da bulan çekici bir İspanyol kadınından bekleneni getiriyor karşımıza; komik, sıcak ve seksi.

 

Kuzey Avrupa filmlerinin ortak özellikleri olan küçük garip karakterlerin küçük garip davranışlarını ele alan film kendini çekici kılmayı başaran bir alçak gönüllülük içinde tüm kahramanlarını size sevdiren türden, melankoli ve mutsuzluğun (varoluş sorununun tipik sendromları) arka planda kendini hafifçe hissettirdiği, açıklamayı değil göstermeyi tercih eden ve bu boş hayatla baş etmenin tek yolu onu yaşamak diyen bir çalışma. Hayatlarına karışmak isteyeceğiniz karakterlerin yer aldığı bir film, başarılıdır. Öyle değil mi?