The House on Carroll Street – Peter Yates (1988)

house_on_carroll_street

“Size tavsiyem: Daha ileri gitmeyin”

 

Mc Carthy’nin faşizan eylemlerinin Amerika’yı kasıp kavurduğu 1950’li yıllarda bir kadın gazetecinin devlet içindeki bu odaklara karşı bir FBI ajanı ile birlikte mücadelesinin hikâyesi.

 

Özellikle 70’li yıllarda Amerikan sineması devlet kurumlarındaki yozlaşma ve komplolar üzerine başarılı eserler üretti; “Three Days of the Condor”, “Serpico”, “All the President’s Men” vb. Bu film de bu başarılı örneklerin üzerinden gitmeye çalışan ama onların hemen her anlamda çok uzağına düşen bir çalışma veya bir başka deyişle zayıf bir taklidi.

 

Senaryosu ve Kelly Mc Gillis’in vasat oyunu filmi zaman zaman Miss Marple’ın televizyondaki maceralarının yanına taşıyor. Olmasa da olur karakterler (Jessica Tandy’in canlandırdığı yaşlı kadın gibi), kısır ve katkısı olmayan diyaloglar (trendeki yakalama sahnesindekiler gibi) ve olay örgüsünün zaman zaman sığlaşması sanki bir TV filmi seyrediyorsunuz havasının doğmasına neden oluyor.

 

70’lerin liberal sol eğilimli ve yukarıda örneklerini verdiğim filmlerin aksine bu film yönünü ve amacını belirlememiş gibi. Yaratmaya çalıştığı atmosfer örneğin bir Hitchcock filminin çok uzağında ve bu bağlamda gardaki o kaçış ve yakalama bölümlerini bu usta çekseydi ne kadar farklı olurdu diye düşünmemek elde değil. Filmin siyasi ve sosyal yanı da baştaki kısa bölüm dışında tamamen geride bırakılınca ve polisiye yanı da zayıf kalınca geriye keyifli bir seyir için pek bir şey kalmıyor açıkçası.

 

Gerilim anında espri yapan erkek kahraman karakterlerin Bruce Willis’den de önce var olduğunu görmek, Mc Carthy faşizmini ve bunun Amerika’yı nasıl çığrından çıkardığını hatırlamak, “problem sistemde değil insanlarda; bir kahraman gelir ve kötüleri yok eder” mesajına bir kez daha ama bu kez yumuşak bir şekilde maruz kalmak ve 80’ler Reagan Amerika’sının kısmen politik içerikli filmleri bile nasıl dönüştürdüğünü görmek için…

(“İstenmeyen Şahit”)

Au Voleur – Sarah Petit (2009)

au-voleur

“Bir noktadan sonra yaşadığını sana sadece başkaları söyleyebilir”

 

Hırsız bir genç ile ona aşık olan bir öğretmenin kaçış hikâyesi.

 

İlk uzun metrajlı filminde yönetmen Sarah Petit zaman zaman parıltılı anları olan ve ilginç müzik seçimleri ile dikkat çeken ama “yeterince” olmamış bir çalışma ortaya koymuş. İki ana bölümden oluşan filmde (kahramanları tanıdığımız ve kaçış öncesi olayların olduğu bölüm ve sonraki kaçış bölümü) sanki yönetmen de iki ayrı film ortaya koymuş gibi.

 

İlk bölüm oldukça düşük  bir tempoda ve birbirinden nedense kopuk görünen sahnelerle geçerken özellikle filmin kadın kahramanını yeterince tanımamıza imkân verilmiyor ve onun daha sonraki eylemlerini de bu nedenle yerine oturtamıyoruz. Sanki tüm bu bölüm üzerinde fazla durulmadan çekilmiş ve sadece diğer bölüme giriş amacı ile tasarlanmış gibi.  İkinci bölüm ise bir “Bonnie and Clyde” hikâyesi havasında geçiyor ve yönetmenin özellikle görsel becerisinin ön plana çıktığı ve kahramanlarına daha fazla ısınmamıza imkan verdiği bir havası var. Buradaki Bonnie and Clyde havası ile kastettiğim, o filmdeki iki kişinin bir alternatif dünya yaratma çabası.  Filmin hemen tüm başarılı sahneleri de bu bölümde; yiyecek çalmak için girilen bir evde ev sahibi ile karşılaşma, sakin akan bir ırmakta sürüklenen kayık görüntüleri ve tüm bunlara eşlik eden Amerikan folk şarkıları.

 

Sürekliliği sağlamak konusunda sıkıntıları olan, bir türlü akması gerektiği gibi akmayan bu film Guillaume Depardieu’nun son filmi ve bu talihsiz genç oyuncunun anısına ve belli sahneler ile sınırlı da olsa görsel atmosferi için seyredilebilir.

(“A Real Life”- “Gerçek Hayat”)

Innocence – Lucile Hadzihalilovic (2004)

innocence

“İtaat mutlu olmanın tek yoludur”

 

Yatılı bir okulda büyüme sancısı içindeki küçük kızların hikâyesi.

 

Takibi seyircide de çaba gerektiren, yorumlaması daha da zor olan filmlerden. Metaforların, allegorilerin (belki bir kısmı filmi yapanların kontrolünün ve amaçladıklarının ötesinde) uçuştuğu, nerede ise her bir anı, olayı, karakteri için biribirinden bağımsız yorumların yapılabileceği ve “bir filmi anlamak ve okumak” üzerine düşündüren filmlerden. Tüm bunların ötesinde bir derdi olan, seyircinin yönetmenin getirdiği noktadan ileriye taşıyabileceği filmlerden.

 

İlginç bir açılış jeneriği ile başlayarak filmde tüm emeği geçenleri filmin sonunda değil başında gösteren ve bu anlamda belki de bitişi ile birlikte sizi aniden bir bilinmez boşlukta bırakmayı amaçlayan film tüm sahnelerinde gerilim/mistisizm/korku/bilinmezlik kavramları ile ve bu bağlamda seyircisi ile oynayıp duruyor. Uyarlandığı kısa hikâyede olduğu gibi filmde de hikâyenin sonu açık ki filmin tümü düşünüldüğünde aksi doğal olmazdı diye düşünüyorum. Zaman zaman Tarkovsky filmlerini çağrıştıran bir görselliği barındıran film hemen hiçbir anında bu görselliği tüm o video klip estetiği taşıyan filmlerin aksine tek başına bir seyir unsuru yapmayıp atmosferi yaratan diğer unsurların (kamera açıları, senaryo, oyunculuk, diyaloglar vs.) destekçisi olarak kullanıyor.

 

Hikâyeyi bir yatılı okulda büyüme sancısı içindeki genç kızların hikâyesi olarak düz bir mantık ile okumak da mümkün ve zaman zaman sizi buna yönlendiriyor film ama bir yandan da tüm o tabutla varış sahneleri, kızlar arasındaki hiyerarşiyi gösteren farklı renkteki saç kurdeleleri, diğerlerinin hiç gösterilmeyen yüzleri, bekleneceğinin aksine bale performanslarının sıradanlığı ve tüm o yasaklar hep başka şeyleri işaret ediyor.

 

Tüm bu bilinmezliğin yanında film aslında başta ismi ile olmak üzere konusunu açıkça beyan ediyor. Tüm o beyaz elbiseler, örgülü saçlar, kurdeleler, genç kızlığa geçişin öncesindeki farklı yaşlardaki kızlar; evet film masumiyet ve masumiyetin yitirilişi üzerine. Masumiyetin yitişi de filmin sonundaki genç erkeklerle karşılaşma sahnesi ile vurgulanıyor olsa gerek.

 

Beyaz elbiseler ve ortadan kaybolanlar ile “Picnic at Hanging Rock” filmini de çağrıştıran ve ses kurgusunun başarısı ile de dikkat çeken filmin size neleri çağrıştıracağı, metaforlar konusunda kendinizi ne kadar rahat hissedeceğiniz tamamı ile birikiminize de bağlı bir yandan. Darwin’in doğal seleksiyonu da çıkabilir karşınıza, Tarkovsky filmlerindeki görüntü ve metafizik çağrışımların birlikteliği de. Tüm o yasaklarla birlikte her okulun aslında şu ya da bu düzeyde bir küçük faşist topluluk örneği olduğunu da hatırlayabilirsiniz, büyümenin ve özellikle bir genç kız olmanın hüznü ve korkutuculuğu üzerine de düşünceler geliştirebilirsiniz.

 

Belki  kurguda bir parça daha kısaltılsa daha da etkileyici olabilecek olan film  yorucu ama heyecanlı bir seyirlik. Çocuklar ve cinsellik konusunda rahatsız edici çizginin öncesinde dursa da tedirgin edebiliyor bu anlamda ama konusunu düşününce hoş görülebilir bir durum bu. Doğanın başarılı kullanımı ile de hatırlanacak, çocukluk/genç kızlık/kadınlık üzerine etkileyici bir film.  Etkileyiciliği aslında kendinizi filme bırakmanıza da çok yakından bağlı; düz mantık ile yaklaşılırsa, sıkıcılık ve anlamsızlık gibi iki korkutucu duygu kapıda hazır bekliyor.

(“Masumiyet”)

Sexy Beast – Jonathan Glazer (2000)

sexybeast

“Bak Don. Ben emekli oldum.”

 

Suç dünyasından elini ayağını çekmiş bir adamın yeni bir soygun için geri dönme(me) hikâyesi.

 

Sinemanın klasik konularından biridir eski bir suçlunun son bir kez bu işlere girişmesi. Genellikle bu son deneme hırstan değil içinde bulunulan koşullardan kaynaklanır ve çoğunlukla da gönülsüzdür. Bu filmde de benzer bir durum söz konusu ama hikâyenin temel farklılık gösterdiği nokta “içinde bulunulan koşullar düşünülerek alınan bilinçli bir kararın” değil bu kararı almaya başkaları tarafından zorlanıyor olması kahramanımızın. Film de kabaca ikiye ayrılabilir bu açıdan. Zorlama (ikna) ve icraat (soygun).

 

Yönetmen Glazer bu ilk sinema filminde video klip estetiğinin ağır bastığı ve maalesef bunun sık sık dozunun da kaçtığı bir çalışma yapmış. Çarpıcı kamera açıları, hızlı ve koşut kurgu denemeleri, göze batacak kadar üzerinde çalışılmış kadrajlar, yavaşlatılmış çekimler, kulağa hemen yerleşen ve çoğu tanıdık şarkılar. Tüm bunlardan geriye film adına kalanların başında ise öncelikle Don rolündeki Ben Kingsley’in tempolu ve sert ve bir o kadar da çarpıcı oyunculuğu geliyor. Filmdeki aşırılıkların içinde hiç rahatsız edici olmayan nerede ise tek unsur da onun oyunculuğu zaten. Filmin senaryosunu da unutmamakta fayda var. Tahmin edilecegi gibi f… kelimesinin sıklıkla kullanıldığı (Ben Kingsley’in ağzından çıktığında bu kelimenin ne kadar seksi olabileceğini görmek ilginç gerçekten) senaryo ve diyaloglar klip estetiğinin altında ezilmedikleri nadir zamanlarda zaman zaman gerçek bir sinema duygusunu da geçiriyor seyredene.

 

Sanki bir stilistin gövde gösterisi olan film –eğer bu stilist denemeleri sizi yormazsa- çekici gelebilir yine de çünkü ne olursa olsun teknik ustalığın had safhada olduğu bir yönetmenlik söz konusu. Şehrin üzerindeki sevişme sahnesi ve tüm bir açılış sahnesi bu anlamda ustalığın zirvede olduğu bölümler. Keşke yönetmenin Don’un geleceğinin öğrenildiği sahnede bize hissettirdiği tedirginlik duygusu filmin tümüne daha olgun bir sinema dili ile yayılabilseydi diye düşündüm sık sık. Gangster filmlerine içerdiği kara mizah duygusu ile yeni bir estetik getirdiğinden daha rahatlıkla bahsedilebilirdi o zaman. Filmdeki kritik cinayet sahnesinin bana Agatha Christe’nin Doğu Ekspresinde Cinayet romanını hatırlattığını da belirtmiş olayım.

(“Seksî Hayvan”)