The Taking of Pelham One Two Three – Joseph Sargent (1974)

“Vietnam’da da bir şey olmayacak demişlerdi”

Joseph Sargent’tan New York’ta gerilimli bir metro kaçırma hikâyesi. 1998’de televizyon için de bir versiyonu yapılan film 2009’da da aksiyon filmleri yönetmeni olarak tanınan Tony Scott tarafından  tekrar çekilmişti. Kendilerini mavi, yeşil, gri ve kahverengi olarak tanıtan (evet, sinema tarihini her filminde başarılı ile yağmalayan Tarantino’dan önce) silahlı dört adamın fidye amacı ile kaçırdığı bir metrodaki on sekiz rehineyi kurtarma mücadelesi. Bir romandan beyaz perdeye aktarılan film bu rehinelerin akıbeti kadar kötü adamların metro tünelinden nasıl kaçmayı planladıklarını da merak ve dolayısı ile odak konusu yapıyor.

 

Başarılı ve atmosferine uygun bir müziğe sahip olan filmde Walter Matthau oynadığı rolde pek düşünülecek bir isim değil ama aksamasa da bir Billy Wilder filminde geziniyor gibi bazen. Filmin esprili sahneleri de hemen hep onun etrafında dönüyor. Özellikle filmin son karesindeki yüzünü Hollywood’un pek çok başarılı komedisinden hatırlayacaksınız. Yardımcı rollerdeki Martin Balsam ve Robert Shaw gibi tanıdık isimlerin yanında, çok kısa bir sahnede valinin eşi rolünde Everybody Loves Raymond’dan Marie Barone rolünden hatırlayacağımız Doris Roberts 30 yıl önceki hali ile karşımızda.

 

70’lerde çekilen pek çok Amerikan filminde olduğu gibi, aslında herhangi bir sosyal duyarlılık taşıdığı asla söylenemeyecek bu filmde de kısaca da olsa Vietnam’dan söz edilmesi, kadınların iş hayatında artmaya başlayan ağırlığının gündeme gelmesi (genellikle erkeklerin tepkisi aracılığı ile) doğal. Elbette metro vagonundaki 18 kişinin New York’un farklı tiplemelerini temsil etmesine de dikkat edilmiş ama bunlar sadece tip olarak kalmışlar ve bu anlamda da aslında filmin odağında değiller kesinlikle.

 

Akıcı senaryosu, tıkır tıkır işleyen anlatımı ile fazla bağırıp çağırmadan, filmi ve oyuncuları özel efektler altında ezmeden de aksiyon filmi çekilebileceğini, en azından bir zamanlar çekildiğini göstermeyi başlarıyor.

 

Yakalanmadan bir suç işleme peşinde iseniz dikkat çekecek belirgin bir özellliğiniz olmamalı. Nezle olmayın örneğin!

(“Korkunç Soygun”)

Bound for Glory – Hal Ashby (1976)

“Bu toprak senin, bu toprak benim”

 

Amerikalı ünlü folk şarkıcısı Woody Guthrie’nin hayat hikâyesi. 1930’ların Amerika’sında yoksulluk içindeki işçiler ve köylülerin sefaleti ile paralel yürüyen bir sorumlu sanatçı hikâyesi.

 

Teksas’ın boşlukta asılı gibi duran ve toz fırtınalarında boğulmuş bir kasabasında bir yandan gitar çalarken diğer yandan tabelacılık ile hayatını kazanmaya çalışan Guthrie (David Carradine) o dönemde pek çok yoksulun yaptığı gibi para kazanmak için batıya, Kaliforniya’ya gitmek zorunda kalır. Zorlu ve uzun yolculuğunda tanıştığı Ozark Blue (Ronny Cox) aracılığı ile yoksullara ve sömürü düzenine karşı duyarlılık kazanır ve tüm bir ömrünü şarkılarını onlar için söyleyerek geçirir. Ün, aile, para onun bu yolculuğunda vazgeçtiği pek çok şeyden bazılarıdır.

 

Gerek ve özellikle Teksas’ta, gerekse daha sonraki tüm sahnelerde olağanüstü bir görüntü yönetimi filme tüm damgasını vuruyor. Tozu, kuraklığı ve yoksulluğu elle tutulur hale getiren görüntü çalışması Haskell Wexler’e ait. Filmin büyük kısmı kahverenginin farklı tonları ile resmedilirken, farklı renk içeren nadir sahneler Kaliforniya’da geçiyor.

 

Guthrie’nin filmin hayli uzun bir bölümünü kapsayan ve otostopla, yürüyerek, kaçak binilen trenler ile gerçekleştirdiği Teksas-Kaliforniya yolculuğu hem sanatçının sonraki tüm şarkıları için en temel malzemeyi hem de hayatı boyunca taşıdığı sosyal duyarlılığı kazanmasını sağlıyor. Bu yolculuk bizi de gerçek Amerika ile yüzleştiriyor aslında. Yoksulluğun nasıl bir kıyamet olabileceğine, tek tek yoksulluğa katlanmaya çalışan insanların birlikte mücadeleden çekinmelerinin bu yoksulluğu nasıl daha da derinleştirdiğine, bireysel kurtuluşlarını güçlünün yanında yer almakta gören tüm o grev kırıcılarına, kaçak yolcu avcılarına bu yolculuk boyunca bizler de tanık oluyoruz. Neden yardım etmeyeceğini boş laf cambazlığı ile açıklayan peder de kilisenin bu konuda yer aldığı tarafı gösteriyor bize.

 

Amerikan sinemasında pek görülmeyen/gösterilmeyen bir sendikalaşma çabası, “bir avuç komünistin” bu uğurdaki mücadelesi ve grev teşviği filme saygı ile yaklaşılmasını gerektiren unsurlar. Sonuçta bu sinema “bir şeyler yapmalı”, “kararımı verdim yüksek sesle konuşacağım” benzeri diyalogları pek barındıran bir sinema değil. Elbette bir sol sinema örneği demek zor bu film için ama yine de tarlada çalışan gündelikçilerin zaman zaman Sovyet sinemasından esinlenmiş gibi duran çekimleri, sendika/grev gibi konulara dahil ol(a)masalar da en azından seslerini toplu müzik ile duyurmaya çalışan yoksulları ile takdir edilmesi gereken bir sinema eseri var karşımızda.

 

Duyarlılığını yitirmeden ve söylemek istediklerini çekinmeden söyleyerek güçlülerin dünyasında fazla ayakta kalamayacağını “şarkılarının içinde yoksullar, işçiler vs olmasın” talimatı ile anlayan Guthrie yine yollara düştüğünde film –yine görüntü yönetmeninin olağanüstü çalışması ile- bize özgürlüğü ve onun uğrunda geride bırakılabilecekleri bir kez daha hatırlatıyor. Sömürü düzenini sadece göstermekle kalmayıp bunun hem bir sonuç hem de yeni sömürüler için bir neden olduğunu bir sanatçı duyarlılığı ile didaktik olmadan anlatan başarılı bir film bu.

 

70’lerin değişim içindeki Amerikan sinemasının peş peşe ortaya koyduğu ve 80’lerde ne yazık ki izi hemen tamamen kaybolan sosyal eserlerin bir örneği olan filmin hemen tüm karelerinde yer alan David Carradine bir oyuncunun bir filmi nasıl sürükleyebileceğini de ispatlıyor. Filmin eksi hanesine yazılabilecek en temel husus, yolculuk bölümündeki başarının aksine Kaliforniya bölümünün zaman zaman tipik bir Hollywood biyografisine dönüşmesi.

(“Şöhret Yolunda”)

Voces Inocentes – Luis Mandoki (2004)

voces_inocentes

“Kartondan çatılarda ne kadar hüzünlü yağmurun sesi”

 

El Salvador iç savaşı sırasında, 1980’de geçen bir büyüme hikâyesi. Gerillalar ile ordunun arasında sıkışmış bir köyde yok edilen çocuk(luk)ların hikâyesi.

 

Yoğun bir yağmur, asker postalları, silahlar ve bu resme insan aklının ve ruhunun en son ekleyecekleri; ellerini enselerinde birleştirmiş dehşet içindeki esir alınmış çocuklar. Böylesine etkileyici bir giriş ile başlayan film geri dönüşle bu korkunç resmin nasıl oluştuğunu anlatıyor. Bir yandan “evin erkeği” rolünü üstlenmeye çalışan ve 12 yaşına girmekten korkan (askerler tarafından silah altına alınma yaşı çünkü bu yaş) Chava (Carlos Padilla), diğer yandan da tam da yaşının gerektirdiği bir dünyayı yaşamaya çalışıyor. Oynuyor, öğreniyor, ilk aşkını yaşıyor, haylazlık yapıyor. Tüm bunların ötesinde her saniye sağ kalma mücadelesi içinde ve yaşatıldığı korkunç trajedilerden sıyrılmaya çalışıyor.

 

Seçeneklerin 12 yaşında askerde silah tutmaya başlamak veya gerillalara katılmak olduğu bir dünyada ayakta kalmanın imkânsızlığı üzerine akıp giden film, bu atmosferine rağmen çocukluğun büyülü dünyasını hissettirmekten de geri durmuyor. Filmdeki nadir huzurlu anları içeren “ağacın dallarında doğa ile bütünleşmiş çocuklar” veya “barakaların çatılarında uzanıp yıldızları sayan çocuklar” sahneleri seyredene nefes aldırmaktan çok yaşanan trajedinin etkisini daha da artırıyor.

 

Arka bahçesi Güney Amerika’dan elini çekmeyen Amerika’nın askeri varlığının zaman zaman hatırlatıldığı/gösterildiği filmde Vietnam’da, Irak’ta veya askeri varlığını yerleştirdiği diğer tüm ülkelerdeki standart görüntüyü de içeriyor elbette; Vietnam’da uzmanlaşmış askerler bir yandan El Salvador ordusunu eğitirken bir yandan da sokaklarda çocuklara sakız dağıtıyor. Elbette bir Latin Amerika ülkesinde geçen bir filmde Katolik kilise ve peder figürü de mevcut. Devletin değil halkın yanında bir taraf seçen bir kilise bu. Brezilya’da Lula’nın iktidarını açan yolda Katolik kilisesinin payı sol ve din ilişkisi üzerine sık sık gündeme gelen bir konuyu 2000’lerde tekrar hatırlatmıştı. Bu film de özüne dönen ve oradan tekrar yola çıkan bir dinin adalet ve özgürlük mücadelesinde oynayabileceği rolü bir kez daha hatırlatıyor. Ama sadece bunu değil şunu da; dua etmek kahrolası bir savaşı bitirmez.

 

Yetişkinlerin içinde tek mutlu görünenin köyün delisi olduğu, gerçek bir ironi ile radyodan “I will survive” şarkısının melodilerinin duyulduğu, “çocuk asker” gibi insanoğlunun yarattığı en çirkin kavramlardan birini yüzümüze çarpan, aniden gecenin içinden gelen silah seslerinin dehşeti ile ilk öpücüğün masumiyetini birlikte taşıyan bir film.

 

Bir iç savaşta taraflardan herhangi biri tamamen masum olabilir mi? Film devletin askerlerine yüklenirken, gerillalara hemen hiç bir olumsuz özellik atfetmiyor. Pis bir savaşta temiz kalmak mümkün müdür; savaşın doğası gereği hayır sanırım. Sonuçta gerillların da çocukları savaştırdığı bilinen bir gerçek. Başta da belirttiğim gibi çocuklar için ya orduya ya gerillalara katılmak dışında seçeneğin olmadığı pis bir dünyadaki pis bir savaş bu.

 

Temel olarak yoksulların mülkiyet haklarını savunmaları ile başlayan ve 12 yıl süren iç savaşta ölen 75 bin kişi, göçmek zorunda kalan 1 milyon kişi ve yaşanan/yaşatılan tüm trajediler için 2010’da devlet resmen özür diledi El Salvador halkından. Yok edilen tüm hayatlar için çok geç, değil mi?

(“Innocent Voices” – “Masum Sesler”)

Crimes of Passion – Ken Russell (1984)

crimesofpassion

“Bu kadar çok çalışan birine asla güvenmem”

 

Ken Russell’dan yine parodinin sınırlarında gezinen ve sık sık da bu sınırı geçen bir film. Gündüzleri çalışkan bir tasarımcı, geceleri China Blue adıyla fahişelik yapan bir kadın, 80’lere taşıdığı “Sapık” rolünü devam ettiren Anthony Perkins’in canlandırdığı bir sapık/peder ve evliliğinde hayal kırıklığına uğramış bir genç adam. Bu üç karakter hangi hikâyeyi hatırlatıyorsa, tam da onu içeren bir senaryoda karşımızda.

 

Müşterileri kimi isterse o role bürünen tasarımcı/fahişeyi canlandıran Kathleen Turner bir Ken Russel filminde beklenecek bir isim değil. Yönetmenin sık sık ve hemen tüm filmlerinde çığrından çıkan anlatımında ayakta kalan tek isim filmde. Julia Fordham’ın filmle aynı isimli bir şarkısındaki gibi aslında çok kırılgan olan bir karakteri hem filmdeki tüm abartılara uyan bir şekilde hem de kendini koruyarak oynamış. Anthony Perkins ise şaşırtmıyor ve oynadığı rolün içini dolduruyor, oldukça tanıdık mimiklerle olsa da. Genç adamı canlandıran John Laughlin ise oyunculukta epey geride kalıyor ve belki de Ken Russel’ın bilinçli seçimi ile parodinin bir parçası oluyor, daha doğrusu parodiye katkıda bulunuyor bir anlamda.

 

Din, aile ve aşka saldıran, yönetmenin tipik tercihlerini (zaman zaman kullanılan zumlar, basit ve aslında bir önemi olmayan hikâye vb.) yansıtan, bir noktadan (ve bu filmde de olduğu gibi erken bir noktadan) sonra yoran bir film. Filmdeki bir sahnede yer alan televizyondaki absürd reklamı seyredince, aslında Ken Russel tam da ve her zaman bunu çekmeyi istiyor ama kendini tutuyor dedirtiyor. Filmde “konusuna da uygun” pek çok resim/tablo var ve filmin en yumuşak sahnesinde ortaya çıkan Gustav Klimt’in çok bilinen “Öpücük” tablosu örneğinde olduğu gibi sık sık görüntüye geliyorlar.

 

Sadece Ken Russell hayranlarına ve “Women in Love“ ve “The Music Lovers” hatırına.

(“Tutku Suçları”)