2010 Festival Notları 6

Hadewijch – Bruno Dumont : İnanç, aşırılık, radikallik, bağlanma ve hayattaki boşluklar üzerine. Hedefini tam tutturamasa da ve zaman zaman çelişkilere düşse de son sahnesi ile bile kendini affettirebilecek bir film. İnancın sadece saf duygular ile beslendiği (belki de hiçbir zaman yaşanmamış) zamanlara göz kırpan, kötümserliğin iyimserliğe sık sık baskın çıktığı bir çalışma. Isınmak zor olsa da garip bir çekiciliği var.

 

Nowhere Boy – Sam Taylor Wood : Q dergisinin neden yere göğe sığdıramadığını anlamak çok kolay. Hafif, uçarı, müzik dolu, gençlik dolu, denetlenmeye uygun bir asilik; daha ne olsun? Kadronun genç olmayan kısmının usta oyunculuklarını bir kenara koyun, geriye sinema adına pek bir şey kalmıyor. “Pembe” havalarda giden filmin sonundaki sert bölüm, filmin genel havasına pek uymasa da filmden hatırda kalan tek başarılı unsur. Beklentiler bir kenara koyulup seyredilirse…

 

Özel Hayatlar (Nothing Personal)  – Urszula Antoniak : O küçük başyapıtlardan biri. Sakin ve sessiz bir hikâye anlatmayı ve bunu bir sinema duygusu ile zenginleştirmeyi bilen birinin elinden çıktığı belli. Hiçbir şeyin altını çizmeden, doğal ve samimi bir üslup ile neler yaratılabileceğine başarılı bir örnek. “İlişki” kurmanın kolaylığı/zorluğu, yeni bir ilişkinin büyüsü, güven ve geride bırakabilmek üzerine. Bir kadının elinden çıktığını ve ancak bir kadının elinden çıkabileceğini her karesi ile gösteriyor. Hemen hemen mükemmel.

(“Özel Hayatlar”)

2010 Festival Notları 5

Yuva (Le Refuge) – François Ozon : Nerede ise filmografisindeki tüm filmler bir şekilde buralara gelen nadir yönetmenlerden biri  Ozon. Hâkim olduğu alana geri dönünce –Angel ve Ricky denemelerinden sonra- nasıl da etkileyici olabildiğinin bir başka örneği. Aile yaratma sürecine yeni bir alternatif öneri daha. Yine hüzünlü ama yine hayatın devam edeceğini vurgulayan bir umut ile. Taşra’da denize yakın evleri olan Fransız karakterlerin olduğu bir Fransız filmi; bu evler Ozon filmlerinin ayrılmaz parçası oldu ve bir şekilde filme giriveriyorlar. Ozon inatla, evet umut var diyor. Gerçekten mi?

(“Hideaway”)

 

Annem Hayatta Olduğu İçin Mutluyum (Je Suis Heureux Que Ma Mere Soit Vivante) – Claude Miller & Nathan Miller : İncelikli filmlerin yönetmeni Claude Miller’dan oğlu ile beraber çektiği bir film. İnceliğe eklenen bir genç bakış. Kalıcı ve etkileyici bir başlangıç olmuş Nathan Miller için. Sevmek, sevilmek, şefkat arayışı, sevilerek kendi varlığını doğrulayabilmek üzerine. Dram kelimesinin anlamını bozan tüm sıradan filmlere inat yenilikçi ve özgür bir bakışın bir dramı nasıl unutulmaz kılabileceğine bir örnek. Miller’ın zerafet dolu, yürek burkan, ele aldığı en sıradan temaya, çektiği en kısa bir sahneye bile “kutsallık” atfeden anlatımını özlemişim. Wilde’ı hatırlamamak elde değil; “Yet each man kills the thing he loves”.

(“I’m Glad My Mother Is Alive”)

2010 Festival Notları 4

Akvaryum (Fish Tank) – Andrea Arnold : “Free cinema?” Sadece İngilizlerin yapabileceği türden bir “gerçekçi” film. Yalınlığı, en küçük bir fazlalık içermemesi, doğallığı, bir Amerikan filminde altı kalın bir şekilde çizilecek unsurların tüm saf hali ile önümüze serilmesi. Doğal oyunculuklar. Büyümenin sıkıcılığı, birlikte olmanın seçimimize bağlı olmadığı insanları sev(eme)me ve saflığın artık anlamını yitirmiş bir kavram olması üzerine.  

 

Öksüz (Huacho) – Alejandro Fernandez Almendras : Şili’de bir küçük yerde geçen bağımsız bir film; tam da bu. Tüm bir ailenin her bir bireyinin bir günü, tüm dürüstlüğü ile. En ufak bir yapaylık, dışarıdan en küçük bir müdahele olmadan hayatın akıp giden ritminin saptanması. Oysa hayattaki her şey var filmde; sevgi, fedakarlık, yoksulluk, dayanışma, acı.  İnsan her yerde aynı, yoksulluk her yerde aynı. Kendinizi filme bıraktığınızda, samimiyeti hissetmemek imkânsız.

 

Mao’nun Son Dansçısı (Mao’s Last Dancer) – Bruce Beresford : Herkes hata yapar ama kötü (ötesi) bu filmin festivalde işi ne. Tek bir tutar yanı olmayan, bir sıradan TV filminin basitliğini bile aşamayan, anlatımı ile, politik duruşu ile, sineması ile kötü bir film. Yıldız Savaşları’ndan sonra sinemada uyumama çabası verdiğim ilk film. Kötü.  

 

2010 Festival Notları 3

Genç Hizmetçiler (The Servant) – Joseph Losey :  Tek Losey filmi ile yetinmek doğru olmamış. Usta bir sinemacının uygun bir senaryo ile yarattığı büyü. Harika bir Bogarde. Bir parça eski mi? Belki? Sezdirilenlerin doğrudan gösterilenlerden daha etkileyici olabilmesine bir örnek. Nefis kadrajlar, siyah beyazın çarpıcılığı. Kötü bir yönetmenin elinde tiyatroya dönüşebilecekken sinemanın başyapıtlarından biri olmuş. Sonuca bakınca, sağolasın McCarthy.

 

Doronship 77 – Pablo Agüero : O minimalist filmlerden; nefret etmesi kolay, sevmesi zor. Geçen yıl Liverpool, bu yıl Doronship; her seneye bir adet Arjantin minimalist sinema örneği. Dış sesin başarılı kullanımı; hem vurgu hem içerik açısından. Her bağımsız filmde olduğu gibi bir “garip” baş karakter. Gidip dönmeyenlerin geride bıraktığı hüzün, devam etmenin kaçınılmazlığı ve küçük şeyler üzerine.

 

Gözleri Tamamen Açık (Einaym Pkuhot) – Haim Tabakman :  Netameli bir ikili; eşcinsellik ve din. Bastırılmış duygular, farklılık, yalan, özgürlük, aşk, aşkın serbestleştiriciliği (veya kısıtlayıcılığı) ile dinin kısıtlayıcılığı (veya serbestleştiriciliği), mahalle baskısı ve bir mucizeye dokunup sonra kaybetmek üzerine. Eksiklik gibi görünebilecek henüz olgunlaşmamış bir anlatım biçiminin bir yandan da sağladığı uçarılık. Hüzünlü. Türk seyircisinin eşcinsel aşklara verdiği garip tepki; utanma veya öfke değil, bıyık altından gülümseme. “Onlar” da seksten sonra sigara içermiş “gerçeğine” verilen garip tepki.

(“Açık Eyes Wide Open”)