Eleni – Peter Yates (1985)

“Yaptıklarım suç değildi. Savaşı kaybedince suç oldular”

Yunanistan iç savaşı sırasında öldürülen annesinin katillerinin izini bulmak için ABD’den Yunanistan’a gelen bir gazetecinin hikâyesi.

İngiliz yönetmen Peter Yates’in filmi gerçek olaylara dayanan ve Yunan asıllı ABD’li gazeteci Nicholas Gage tarafından yazılan aynı isimli romandan uyarlanmış. Yine Yates’in yönettiği “Breaking Away” adlı film ile Oscar kazanmış olan Steve Tesich tarafından tarafından yazılan senaryo romana oldukça sadık kalmış ve Gage’in kendi annesinin başına gelenleri anlatan hikâyeyi kendisini seyrettiren bir içerik ile karşımıza getirmeyi başarmış. Filmin (ve romanın) politik çağrışımları ise her ne kadar gerçeklere dayansa da kimi ciddi sıkıntılara sahip ve Yates’in yönetmenliği de bir “Bullitt” veya favorilerimden “The Dresser” filmlerindekinden uzak ve çoğunlukla sıradan bir havada seyrediyor.

1949’da komünistlerin yenilgisi ile sona eren ve yüz elli binden fazla insanın hayatını kaybettiği Yunan iç savaşı sırasında yaşanan dramlardan biri bu film ile karşımıza gelen. Kocası ABD’de çalışmakta olan, ailesi ise monarşiden yana olan Eleni adlı kadının komünistlerin zalimliğinden beş çocuğunu kurtarma çabasını anlatıyor hikâye. Yaklaşık 30 bin çocuğun ailelerinin rızası dışında komünist ülkelere götürülmesi gibi trajedilerin de yaşandığı bir iç savaş bu. Komünistler bu zorunlu göndermeyi çocukları savaşın tehlikelerinden ve yiyecek kıtlığından korumak amacı ile alınan bir tedbir olarak açıklıyorlar ama bunun hayli “politik” bir gerekçe olduğu açık. Filmin bu trajediyi biraz yüzeysel de olsa anlatmasını takdir etmek gerek elbette ama senaryonun savaş sırasında yaşan dramların sadece komünistlerin neden olduklarına odaklanması ve çocuklara yapılanların yanında yargısız infazları vs. de altını çizerek ön planda tutması, buna karşılık savaşın diğer tarafına hemen hiç göz atmaması ciddi bir eksiklik; bir başka deyiş ile aslında ciddi bir taraf tutma söz konusu burada. Hikâyenin tekil bir olayı ele almasının sonucu olarak görülebilir ortaya çıkan resim ama bu filmi seyredip komünistlerden nefret etmemek veya monarşi için üzülmemek elde değil filmin bu hali ile. ABD’nin gelmiş geçmiş en sağcı başkanlarından Ronald Reagan’ın filmi beğenmiş olması ve nasıl bir ilişki kurduğunu anlamak pek mümkün değil ama Sovyetler Birliği ile silah yarışını sona erdirmek için kendisine ilham verdiğini vurgulaması aslında filmin politik tutumunu özetlemek için yeterli bir referans. Hikâyenin bu komünist düşmanlığı gazetecinin araştırması sırasında gittiği Çekoslavakya’daki bürokrasinin eleştirisine kadar uzanıyor ve mesaisi biter bitmez paltosunu giyen memur üzerinden komünist düzenin insanları duyarsız veya tembel yaptığı mesajını da alıyoruz.

Hikâye paralel bir şekilde iç savaş sırasında yaşananları ve bu sırada dokuz yaşında olan çocuğun yıllar sonra bir gazeteci olarak döndüğü ana vatanında annesinin ölümüne neden olanları bulup yüzleşme ve intikamını alma düşüncesi ile gelişen olayları anlatıyor. Gazeteciyi canlandıran John Malkovich sinemadaki ilk rollerinden birinde pek göz doldurmazken filmin asıl yükü annesi Eleni’yi canlandıran Kate Nelligan’ın üzerinde. Malkovich bir epik, bir trajedi havası verilmek istenen ama pek de başarılamayan filmde bu trajediye hayli mesafeli yaklaşmış ve soğuk bir görüntü vermiş. Nelligan ise tam tersine bu trajediyi oyunculuğuna dozu nerede ise kaçmış bir şekilde yansıtmış ve o klasik Yunan trajedi karakterlerinden biri olmaya soyunmuş. Yan rollerden birinde oynayan Linda Hunt ise oyunculuk açısından filmin öne çıkan ismi olmuş görünüyor.

Yunanistan’da geçse de hemen tüm oyuncuları İngiliz veya Amerikalı olan ve elbette tüm karakterlerin İngilizce konuştuğu filme komünistlerin kendilerini kralın ordusuna karşı saklamış bir kadına rahatça ihanet etmeleri ve sonunda da düşman ile işbirliği yaptığı gerekçesi ile sirki andıran bir mahkemeden sonra öldürmeleri gibi sürekli savaşın tek tarafına vurma kaygılarını bir kenara koyarak bakmayı deneseniz bile sinemasal gücünde de bir yetersizlik göreceksiniz. Yates bugün hayli eskimiş görünen kamera açıları, zumlar vs. ile pek de çekici bir iş ortaya koyamamış ne yazık ki. İç savaş sırasında geçenlerin anlatıldığı bölümler daha gösterişli, günümüzde geçen sahneler ise bir parça soluk kalmışlar gibi ve hikâye iki farklı tarihte yaşananlar arasında gidip gelirken iki farklı sinema dili nedeni ile maruz kaldığınız atmosfer değişikliği yoruyor seyirciyi. Açıkçası filmin ya sadece geri dönüşleri ya da sadece günümüzde geçenleri anlatmak gibi radikal bir tercihi olsaymış çok daha iyi olurmuş gibi görünüyor.

Kusurlarına karşın başta Malkovich’in yetersiz oyununa rağmen annenin katili ile yüzleşme sahnesi olmak üzere kimi etkileyici anları da olan filmin savaşın, özellikle de bir iç savaşın dün dost olanı bugün nasıl düşmana dönüştürebileceğini göstermesi ile de ilginç olduğunu belirtmek gerek. Eleni karakterinin bir kadın olarak tek başına hem savaşın getirdiklerine hem de toplumun kadını hep boyun eğmeye zorlayan geleneklerine karşı verdiği savaşı ile filmin feminist bir ton taşıdığını da söyleyelim.

The House on Carroll Street – Peter Yates (1988)

house_on_carroll_street

“Size tavsiyem: Daha ileri gitmeyin”

 

Mc Carthy’nin faşizan eylemlerinin Amerika’yı kasıp kavurduğu 1950’li yıllarda bir kadın gazetecinin devlet içindeki bu odaklara karşı bir FBI ajanı ile birlikte mücadelesinin hikâyesi.

 

Özellikle 70’li yıllarda Amerikan sineması devlet kurumlarındaki yozlaşma ve komplolar üzerine başarılı eserler üretti; “Three Days of the Condor”, “Serpico”, “All the President’s Men” vb. Bu film de bu başarılı örneklerin üzerinden gitmeye çalışan ama onların hemen her anlamda çok uzağına düşen bir çalışma veya bir başka deyişle zayıf bir taklidi.

 

Senaryosu ve Kelly Mc Gillis’in vasat oyunu filmi zaman zaman Miss Marple’ın televizyondaki maceralarının yanına taşıyor. Olmasa da olur karakterler (Jessica Tandy’in canlandırdığı yaşlı kadın gibi), kısır ve katkısı olmayan diyaloglar (trendeki yakalama sahnesindekiler gibi) ve olay örgüsünün zaman zaman sığlaşması sanki bir TV filmi seyrediyorsunuz havasının doğmasına neden oluyor.

 

70’lerin liberal sol eğilimli ve yukarıda örneklerini verdiğim filmlerin aksine bu film yönünü ve amacını belirlememiş gibi. Yaratmaya çalıştığı atmosfer örneğin bir Hitchcock filminin çok uzağında ve bu bağlamda gardaki o kaçış ve yakalama bölümlerini bu usta çekseydi ne kadar farklı olurdu diye düşünmemek elde değil. Filmin siyasi ve sosyal yanı da baştaki kısa bölüm dışında tamamen geride bırakılınca ve polisiye yanı da zayıf kalınca geriye keyifli bir seyir için pek bir şey kalmıyor açıkçası.

 

Gerilim anında espri yapan erkek kahraman karakterlerin Bruce Willis’den de önce var olduğunu görmek, Mc Carthy faşizmini ve bunun Amerika’yı nasıl çığrından çıkardığını hatırlamak, “problem sistemde değil insanlarda; bir kahraman gelir ve kötüleri yok eder” mesajına bir kez daha ama bu kez yumuşak bir şekilde maruz kalmak ve 80’ler Reagan Amerika’sının kısmen politik içerikli filmleri bile nasıl dönüştürdüğünü görmek için…

(“İstenmeyen Şahit”)