“Gözlerin artık görüyor mu?”
Gözleri görmeyen bir çiçekçi kıza âşık olan avare bir adamın hikâyesi.
Harry Carr ve Harry Crocker’ın da katkı sağladığı senaryosunu Charles Chaplin’in yazdığı ve yönetmenliğini de Chaplin’in yaptığı bir ABD yapımı. Sesli filmlerin sinemaya süratle hâkim olmaya başladığı bir dönemde Chaplin’in sessiz olarak çektiği film sinemanın katıksız başyapıtlarından biri. 1929’da ABD’de borsanın çökmesi ile başlayan büyük ekonomik bunalım döneminde çekilen film bizde Fransızca’dan esinlenerek Şarlo olarak bilinen Chaplin’in “tramp” (avare, serseri diye çevirebiliriz) karakterinin her karesinde güldürdüğü, romantizm ve hüznün el ele yürüdüğü, hatta işe polisiyenin de karıştığı ve komedinin fiziksel olanı da dahil birden fazla türüne uğrayan bir klasik. Chaplin’in dünya görüşüne ve dönemin ekonomik koşullarına uygun olarak, zengin-yoksul ayrımını ve sınıf farklarını da özenle hikâyesine yedirdiği film her sinemaseverin görmesi gereken bir şaheser kesinlikle.
Açılış jeneriğinde film için “Bir romantik komedi pandomimi” ifadesine yer verilmiş ve açıkçası seyredeceğimiz hikâyenin türü için de çok doğru bir tanımlama olmuş bu. Şarlo hikâye boyunca bizi hem güldürüp hem hüzünlendirirken, tam bir “sözsüz oyun” geleneğine uygun sessiz filmi ile has bir başyapıt yaratıyor. Dönemin korkunç ekonomik bunalımı ile dalga geçerek, hikâyesini “Barış ve Refah Anıtı” adı verilmiş bir anıtın açılış töreni ile başlatıyor Chaplin. Tarzı ile bir politikacıyı andıran bir adamın ve herhalde anıtın sponsoru olmuş zenginlerin bu törendeki konuşmalarını, bir sessiz film olarak elbette ses olmadan ama konuşmacıların seslerini müzikal enstrümanlarla alaycı bir şekilde taklit ederek dinletiyor bize Chaplin ve anıttaki heykellerden birinin elinin içinde uyuyan karakterini ilk kez çıkarıyor karşımıza. Sanatçının bu ilk sahnedeki fiziksel performansı sadece güldürmekle kalmıyor, anıtı açanların temsil ettiği zenginlik ve güçle alayının da aracı oluyor. Bu sahnede Şarlo’yu durdurmaya çalışanların Amerikan milli marşı çalmaya başladığında saygı duruşuna geçerek hareketsiz kalmaları bize de rahatlıkla uyarlanabilecek bir komedi yaratıyor.
Chaplin’in bu başyapıtı tüm dünyada olduğu gibi bizde de çok beğenilmişti ve bunun sonucu olarak da ondan pek çok farklı filmde esinlenmişti Yeşilçam. Memduh Ün’ün 1958’de siyah-beyaz, 1971’de ise renkli olarak çektiği ve ilki Yeşilçam’ın klasiklerinden biri olan “Üç Arkadaş”ın hikâyesi Chaplin’in yapıtından ilham almıştı farklı unsurları ile. Kartal Tibet’in 1983 yapımı “En Büyük Şaban” filminin senaryosunu yazan Suphi Tekniker ise çok daha ileri gitmiş, sadece hikâyeyi tekrarlamakla kalmadığı gibi, bazı sahneleri (intihar girişimi, gece kulübündeki kaos vs.) ve bazı esprileri de (zengin sarhoşun kahramanın pantolonunun içine içki dökmesi vs.) arsızca aşırmıştı. Feyzi Tuna’nın 1971 tarihli ve Nejat Uygur’un oynadığı “Cafer Bey – İyi, Fakir Ve Kibar” filmi de benzer ama daha serbest bir ilham kaynağı olarak kullanmıştı “Şehir Işıkları”nı. “Âşık olunan kör bir kızın gözlerini açtırmak ve sonra onun tarafından tanınma(ma)k” teması içerdiği yüksek melodram potansiyeli ile bu örnekler dışında, daha pek çok Yeşilçam filminin senaryosunda başköşeye oturdu sinemamızın tarihi boyunca.
Filmde iyi yürekli kahramanımızın başına gelen her olumsuz şey onun iyi niyetli çabasının karşılığı oluyor. Örneğin yardım ettiği kör kızın boşalttığı su onun yüzüne geliyor, intihar etmesine engel olmaya çalıştığı adamın boynuna bağladığı taş onun ayağının üzerine düşüyor vs. Chaplin kendi oynadığı karakteri, düzenin kurbanlarının yardımına koşan ve bu arada sorunları da çarpıcı bir komedinin parçası olarak seyirciye yansıtan bir şekilde kullanıyor her zamanki gibi. Örneğin burada kör kıza yardım etmek için farklı yollar denemesinin en temel nedeni, onun ödeyemediği kirası yüzünden evinden atılmasını önlemek ve gözlerini açtırmak için gerekli parayı bulabilmek. Yardım ettiği için kendisi ile arkadaş olan zengin adamın ona sadece kendisi sarhoşken dostluk göstermesi, ayıldığında ise onu tanımamasını veya Chaplin’in “sert” bir tango gösterisini kadına şiddet uygulandığını sanarak engellemeye kalkması yüzünden başına gelenleri de aynı kapsamda değerlendirebiliriz.
Kendi komedisinin kalıpları içinde, bir düzen eleştirisi de yapıyor Chaplin ve sınıf farkını da (ve eksik olan sınıf dayanışmasını da) sergiliyor. Örneğin zengin adamının uşağının kahramanımıza sürekli kötü davranması, onu aşağılaması ve patronunun evinden dışarı atmaya çalışarak kendi sınıfından birini değil, “sahibi”nin sınıfını desteklemesi dikkat çekiyor. “Eşcinsellik” ise dönemin anlayışına uygun olarak hep bir mizah konusu oluyor ama en azından bir ayrımcılığa gitmiyor hikâye. Polisin el ele tutuşan iki erkeğe (birinin yakasında çiçek vardır üstelik!) şaşkınlıkla ve bir parça sert bir bakışla bakması, soyunmakta olan bir adamın kendisine “cilveli” bakan adamdan dolayı perdenin arkasına geçmesi veya yatağında tanımadığı bir erkekle uyanan bir başka erkeğin şakınlığını bu anlara örnek gösterebiliriz.
Chaplin ana hikâye ile doğrudan ilgisi olan veya olmayan tüm sahnelerde güçlü komedi yeteneğini (yazar ve oyuncu olarak) sergiliyor. Sabun/peynir esprisi, ilk karesinden son karesine kadar tam bir mizah başyapıtı olan boks maçı, Chaplin’in fiziksel komedi becerisi ile döktürdüğü gece kulübü ve kaldırımdaki çukur sahnesi sanatçının yeteneğinin parlak örneklerinden sadece birkaçı burada sergilenen. Onun sesli sinemanın çok güçlü bir biçimde sinemaya egemen olduğu dönemde sinemanın görsel gücüne hâlâ inanarak sessiz çektiği ve müziklerini de hazırladığı filmin sinemanın pek çok ünlü isminin en sevdikleri arasında yer alması da Chaplin’in dehasının bir kanıtı olsa gerek. Stanley Kubrick, Robert Bresson, Orson Welles, Woody Allen, Martin Brest, Guillermo del Toro ve Federico Fellini gibi farklı sinema anlayışlarına sahip ve sinema tarihinin farklı dönemlerine ait olan isimlerin takdirlerini açıkça ifade ettiği filmin ABD ve İngiltere’deki galalarına -sırası ile- Albert Einstein ve George Bernard Shaw’ın katıldığını da eklersek, Chaplin’in başyapıtlarından biri olan eserin önemi çok daha iyi anlaşılabilir. Sayıları zaten çok fazla olmayan ara yazıların önemli bir bölümünün bile çok da gerekli görünmediği ve bu açıdan, sinemanın görsel bir sanat olduğunun en önemli kanıtlarından birini oluşturduğu film sessiz olmasına rağmen, sesi (baştaki anıt açılışındaki konuşmalar, yutulan bir düdük vs.) kullanımı ile de değer taşıyan, defalarca ve her seferinde yeni bir keyifle izlenebilecek, sinemanın neden bir sanat olduğunu ve popüler olmakla düzeyli olmanın ele ele yürüyebileceğini gösteren bir klasik kesinlikle.
(“Şehir Işıkları”)