Contagion – Steven Soderbergh (2011)

“Haberlerde yeterince ilgi göstermediğimiz için insanların öldüğünü görmektense, abarttığımızı söylemelerini yeğlerim”

Tüm dünyayı etkisi altına alan ve hızla yayılan bir salgına neden olan virüs ile mücadele eden doktorların hikâyesi.

Steven Soderbergh’den zengin bir kadro ile ve ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri ortak yapımı olarak çekilen, gösterişli ama ağır basan “ciddiyeti” ile yeterince başarılı olamayan bir film. Salgın hastalıklar karşısında duyulan korku, bu korkunun ne kadarının gerçekçi olduğu, ilaç sektörü ile Dünya Sağlık Örgütü arasındaki netameli ilişkiler ve fedakâr tıp doktorları üzerine düşünceler öne süren gerilim türündeki film ciddi olmak ile sinemasal bir çekicilik yaratmak arasında sıkışmış görünen bir çalışma.

Matt Damon’dan Kate Winslet’e, Jude Law’dan Laurence Fishburne’e ve Maron Cotillard’dan Elliot Gould’a uzanan ve uzakdoğu sinemasının kimi isimlerinin de katıldığı kadro adeta filmdeki “evrensel bir ideal” için çalışan doktorlar örneğinde olduğu gibi Birleşmiş Milletler’i çağrıştıran bir zenginlikte. Benzer hemen tüm zengin kadrolu filmlerde olduğu gibi burada da bu ünlü isimlerden oyunculuktan çok boy göstermeleri beklenmiş gibi görünüyor daha çok. Zaten senaryo bir istisna dışında kişisel hikâyelere hemen hiç girmiyor ve bu nedenle de sıkı bir performans sergileme fırsatı vermiyor oyunculara. Matt Damon’ın baş karakteri olduğu kişisel hikâye ise filmin tümü düşünüldüğünde biraz zorlama kokuyor ve sanki eserlerinin yeterli çekiciliğe sahip olmadığını fark eden yaratıcıların sonradan eklediği gereksiz bir bölüm gibi duruyor. Peki neden çekiciliği eksik bu filmin? Öncelikle hikâyenin kurgusu adeta bir haber kanalı bir salgını nasıl karşımıza getirirse onun gibi akıyor; tek fark da karakterlerin haberi yapan (bir başka deyiş ile biz seyreden) ile değil de birbirleri ile konuşuyor olması. Bond filmlerinde olduğu gibi ülkeden ülkeye gezen kamera yine o filmlerde olduğu gibi tüm insanlığı tehdit eden bir büyük düşmana (burada bir virüse) karşı savaşan kahraman(lar)ı gösteriyor ama fark şu ki Bond filmleri popüler sinemanın olmazsa olmazı olan heyecanı ve özdeşleşmeyi mükemmel bir biçimde başarırken burada filmin ciddiyeti ve kişisel hikâye eksikliği buna engel oluyor. Tüm dünyayı etkisi altına alan bir salgın karşısında devletler, kurumlar ne yaparmış onu anlatan bir yarı belgesel nerede ise karşımızdaki film.

Yukarıda anlattığım yaklaşıma kendi başlarına çekici olan ama filmin ele alış tarzı ile daha çok bir de bunlar var tarzında bir süsleme amacı ile eklenmiş görünen gazeteciliğin günümüzde aldığı biçim, blog yazarlığı, her türlü konuyu ve hatta ölüm korkusunu bile yatırım fırsatı olarak gören finansal yatırım şirketlerinin aşıyı bulacak ilk ilaç firmasını keşfetme telaşı veya ilaç sektörü ile uluslarası sağlık kurumlarının pek de temiz olmayan ilişkileri gibi konular perdeden öylesine geçip gidiyorlar hikâye boyunca. 80’lerde Afrika’daki açlıkla mücadele için bir araya gelen Amerikalı sanatçılar USA for Africa adı altında “We are the World” adı altında bir şarkı söylemişlerdi. Bir parça abartı içeriyor elbette ama burada da sinema sanatçıları bir araya gelmiş ve aynı şarkıyı seslendirmişler demek mümkün. Yine de filmin ret edilmeyecek bir gösterişi var ciddiyeti ile beraber gelen ve tüm dünyanın sonunu getirebilecek bir salgın karşısındaki acizliğimiz ve sonucun korkutuculuğu üzerine düşündürdükleri yabana atılacak hususlar değil. Sinemada bir konunun entelektüel bir açıdan ele alınması eleştirilecek değil takdir edilecek bir tercih kuşkusuz ama film bu entelektüel yaklaşımı bir haber kanalında görebileceğiniz boyutta tutunca ve sinemasal bir tat eklemekte de yeterince başarılı olamayınca ortaya büyük ama vasata yakın bir film çıkıyor işte.

(“Salgın”)

(Visited 44 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir