“Ve özgürlük kimsenin almak istemediği bir armağandı”
Alpler’deki küçük ve garip bir kasabaya gelen bir yabancının sırrının hikâyesi.
Çoğunlukla televizyon için çalışan ve sinemalarımızda bugüne kadar sadece “In 3 Tagen Bist Du Tot – 3 Gün İçinde Öleceksin” adlı çalışması gösterilmiş olan Avusturyalı yönetmen Andreas Prochaska’nın şimdilik son sinema filmi olan eser Avusturya ve Almanya ortak yapımı olarak çekilmiş. Alman yazar Thomas Wilmann’ın aynı adlı romanından uyarlanan filmin senaryosunu yönetmen, Martin Ambrosch ile birlikte yazmış. Modern havalı şarkıların arada eşlik ettiği hikâye on dokuzuncu yüzyılın sonunda Avusturya Alpleri’nde geçen bir western olarak özetlenebilir. Bu türün önemli ve sıkça tekrarlanan temalarından biri olan intikam üzerine kurulu filmi yönetmen Prochaska görsel gücü yüksek, mekanların çarpıcılığından sıkı bir destek alan ve karanlık bir küçük hikâye havasına büründürerek getiriyor karşımıza ve ilgiyi de kesinlikle hak ediyor. Özgürlük, biat etme ve gelenekler gibi temaların başarılı bir şekilde yedirildiği hikâye sürprizine rağmen sürprizsiz bir parça ve klasik bir western’den farklı değil belki ama film bu kusurunu hikâyesini iyi anlatması ile aşıyor.
Matthias Weber’in bir trajedinin haberini veren havası ve filmin hem adına hem hikâyesine yansıyan ve yönetmenin de görsel karşılığını başarı ile ürettiği karanlık atmosferini yansıtan orijinal müziğinin yanında, günümüzün melodilerini taşıyan ve yine filmin karanlık trajedisini besleyen şarkılara da yer veren filmin başarısı western’in bir tür olarak başka kültürlere de taşınabileceğini gösteriyor bize bir kez daha. Prochaska’nın becerisi bu taşıma işleminde seyircide en ufak bir zorlama hissi yaratmamayı başarmış olması. Alpler’in müthiş bir görsellik vaat eden potansiyelini, görüntü yönetmeni Thomas W. Kiennast’ın kamerası çok iyi kullanıyor ve bu karanlık filmi zenginleştiriyor sürekli olarak. Kar yağdığında dış dünya ile tamamen teması kesilen ama diğer zamanlarda da gelen yabancıları pek sıcak karşılamamaları nedeni ile izole bir şekilde yaşanan bir kasabada geçen hikâye, elinde dönemin yeni icadı fotoğraf makinası ile buraya gelen bir yabancının kasabada yaşadıklarını/yaşattıklarını getiriyor karşımıza. Sıkı bir görselliği olan giriş sahnesi ile açılan hikâye kasabayı “yöneten” aile ile yabancı arasında bir sorun yaşanacağını bize baştan hissettiriyor ve daha sonraki sürpriz o kadar da şaşırtıcı olmuyor aslında ama yine de filmin görselliği ve yönetmenin anlatım becerisi bu kusuru affettiriyor. Kaldı ki kasabadaki “gücün oluşturduğu ve kimsenin karşı çıkamadığı” gelenek hikâyeye yeterince heyecan katıyor.
Gerek müziği gerekse anlatım biçimi ve elbette dağları ile Milcho Manchevski’nin “Pred Doždot – Yağmurdan Önce” adlı filmini hatırlatan çalışma kahramanının yalnızlığı -ve hatta yaptıklarına karşı çıkılması- ile Fred Zinnemann’ın “High Nooon – Kahraman Şerif”’ini de çağrıştırıyor. Burada iktidara ve onun gücüne, yaşattıklarına rağmen korku nedeni ile karşı çık(a)mayan halkın varlığı bize özgürlük üzerine de düşünme fırsatı sağlıyor. Henüz “özgürlük armağanı”nı almaya hazır olmayan, hayatta kalabilmek için kötünün korumasına ve onun tarafından beslenmeye ihtiyaç duyan kitleler elbette günümüze kadar uzanan pek çok çağrışımı beraberinde taşıyor bize. Bir kurum olarak dine ve onun temsilcisine de uzanıyor hikâye ve kendi iktidar(cığ)ı için kötülüğün iktidarı ile uyum içinde yaşamasını sert bir şekilde eleştiriyor. Özetle, biat edenler üzerine bir hikâye bu bir yandan da, odağında intikam olmasına rağmen. Bu nedenle, iktidara teslimiyetini “Meryem’in vücudunu kullanan Tanrı’ya karşı çıkmaması” üzerinden anlattığı bir hikâye ile doğrulayan veya gerekçelendiren rahip karakteri filmin gizliden öne çıkan karakterlerinden biri oluyor aslında.
Karakterlerden birine ait olan ve aslında çok fazla kullanılmayan anlatıcı dış sesin yine de daha ekonomik kullanılabileceğini hissettiren (özellikle, açılışta tanık olduğumuz ve intikamın nedeni olan hikâyenin daha sonra dış ses ile pek de gerekmeyen bir şekilde açıklanması doğru bir tercih olmamış gibi görünüyor) film, silahlı çatışma sahnesinde modern bir rock şarkısı ve yavaşlatılmış görüntüleri ile filmin geneline göre bir parça aykırı duran bir stilizasyonun peşine düşüyor ama bu çatışmanın intikamın doruk noktası olmasının sağladığı etkileyicilik bu tercihi bir kusur olmaktan çıkarıyor denilebilir. Kapanışta kasaba halkını kahramanımızın kamerası önünde poz verirken gösteren siyah beyaz görüntüler ile hem yüksek bir görsellik duygusu yakalayan hem de “çoğunluğun sessizliğini” vurgulamayı başaran film kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma. Bu görüntülerdeki sessizlik, halkların zalime karşı sessizliğinin de sembolü bir bakıma ve bu şekilde filme yürek burkan bir kapanış sağlıyorlar. Yalçın dağ sıraları, kar, sis ve orman vs. üzerinden, doğanın veya daha doğru bir deyişle yaşanmak için seçilen yerin bireylerin hayatı üzerindeki etkisini de düşünmemizi sağlayan film, görülmeli kesinlikle. Hikâyesinin basitliği/tahmin edilebilirliği, karakterlerine bir western’de görmeye alıştıklarımızdan farklı ve yeni bir yorum getirilmemiş olması ve senaryonun özellikle sonlara doğru bir parça iyi toparlanamamış olmasına rağmen geçerliliğini koruyan bir ifade bu.
(“The Dark Valley” – “Karanlık Vadi”)