“Ölülerle yaşamaktan nefret ediyorum. Onları yağmalamaktan daha da çok nefret ediyorum.”
Gürcistan’da üç ayrı nesilden kadının, ailenin Fransa’da kaçak çalışan erkeğinin varlığı/yokluğu üzerinden şekillenen hikâyesi.
Asıl teması ortalarda olmayan bir adam üzerinden üç farklı nesilden kadının ilişkileri olan film, süresi boyunca bu temel temanın yanında çöken Sovyet rejimi sonrası oluşan yeni ülkelerdeki sorunları ve bu sorunların bireyler üzerindeki yıkıcı etkisini de anlatan başarılı bir dram. Etkinin yıkıcılığı filmde hem mühendis kadının pazarda ikinci el eşya satması ve doktor olan bir adamın bir Batı ülkesinde kaçak işçi olarak çalışması gibi çok bilinen sonuçlar üzerinden hem de filmde sık sık karşımıza gelen elektrik ve su kesintisi, bireylerin ruhsuz bürokrasi karşısındaki durumu ve yaşadıkları ekonomik sıkıntı üzerinden sık sık karşımıza geliyor. Komünizm sonrasında bireylerin durumunu bu bağlamda ele almış olan film bu konuda bir taraf tutmadan sadece insanların hissettikleri üzerinden bir resim üretiyor ve Bolşeviklerden saklanan Fransızca kitaplarla büyüyen bir büyük annenin ağzından “Stalin olsaydı bu rezaleti düzeltirdi” sözlerini dillendirmekte de bir sakınca görmüyor.
Öncelikle bir kadın filmi bu. İlk filmini çeken yönetmen Bertucelli’nin ve üç baş oyuncusunun kadın olması ile ilgili bir durum değil bu ama. Oldukça yumuşak ve gerçekçi bir biçimde üç farklı kadının hem Sovyet döneminde hem sonrasında yaşama/ayakta kalma mücadelesine düzülen bir övgü var filmde. Filmin adının da vurguladığı gibi önce gözden uzakta olan sonra ise gerçekten ortada olmayan bir erkek üzerinden şekillenen hikâye aslında kadınların tam da bu yokluk üzerinden ürettikleri mücadeleyi anlatıyor. Büyük anne Sovyetlerin parlak dönemlerinde yaşamış olmanın verdiği bir gururu hâlâ taşır ve “pis emperyalistler, gösterirler ama elletmezler” ifadesi ile bakışını çekincesizce ortaya koyarken, bir yandan da kendisine söylenen bir yalanı farkettiğinde yıkılmamayı ve diğer kadınları üzmememyi başarıyor. Anne ise erkek arkadaşının da belirttiği gibi hayatları boyunca bir yalana inanarak yaşayan ve kendilerine eğlence bitti denildiğinde artık çok geç olduğunu farkeden bir neslin üyesi olmasına rağmen aileyi ayakta tutmaya çalışırken, bir yandan annesinin Otar’a olan sevgisi ile rekabet etmeye ve kendi özel hayatını korumaya çalışıyor. Kız ise yeni nesilin temsilcisi olarak daha rahat, sorgulayan bir hayat sürerek kendi bireysel çözümünü üretmeyi deniyor. Bu yıl ölen büyük anne rolündeki Esther Gorintin, anne rolündeki Nino Khomasuridze ve genç kız rolündeki Dinara Drukorava tam bir takım oyunu vererek senaryonun da yardımı ile birbirlerini ezmeden filmin etkileyiciliğine katkıda bulunuyorlar.
Üç farklı neslin Stalin hakkındaki fikirlerinden (büyük adam, bir katil ve kim takar onu) yola çıkarak bir aile üzerinden hikâyesini anlatan film özellikle yaşlı kadının oğlu üzerinden hayata tutunma çabasını sergilediği sahnelerde oldukça duygusal bir sonuç elde ediyor. Büyük annenin oğlu ile telefonla konuşmaları, yine büyük annenin tek başına yaptığı gezi ve özellikle Paris’te oğlunu arama ve gerçeği keşfetme sahnesi filmin iç sızlatan bölümleri. İster kişisel ister toplumsal olsun bir yalanı yaşatmanın alçak gönüllü bir analizi olarak da görülebilecek olan film ortak coğrafyamıza özgü kahve falı, dilek ağacı ve tane ile satılan sigara gibi günlük hayat pratiklerinin sergilendiği etkileyici bir dram sonuç olarak. Otar “eski güzel günlerin” bir sembolü ve onun yokluğu da yeni hayat düzenini mi sembolize ediyor? Kim bilir.
(“Since Otar Left” – “Otar Gittiğinden Beri”)