“Keşke anneniz sağ olsaydı ama onu da aldılar benden. Her şeyimi aldılar; enflasyon bütün birikimimi, Hitler çocuklarımı. İsyan etmeliydim ama kuşağımın çoğu gibi ben de bunu yapamayacak kadar zayıftım. Felaketin geldiğini görüyorduk ama onu durdurmak için hiçbir şey yapmadık. Sonucunu da ancak şimdi anlıyoruz ve hatalarımızın bedelini ödüyoruz; hepimiz, sizin kadar ben de. Suçumuzla yüzleşmemiz gerekiyor. Sadece şikâyet etmek hiçbir işe yaramaz”
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerle bir olmuş, halkın yoksulluk ve açlıkla mücadele ettiği Berlin’de on iki yaşında bir çocuğun yaşadıklarının hikâyesi.
Roberto Rossellini, Carlo Lizzani ve Max Kolpé’nin senaryosundan Rossellini’nin çektiği bir İtalya – Fransa – Almanya ortak yapımı. Jenerikte belirtilmese de Basilio Franchina’nın bir fikrinden yola çıkılarak yazılan hikâye çok trajik koşulların hüküm sürdüğü bir şehirdeki (filmin adının da vurguladığı gibi, bir ülkedeki aslında) hayatı bir çocuğun gözünden, daha doğrusu onun yaşadıkları üzerinden anlatıyor. Hasta babası, bir ablası ve bir abisinden oluşan ailesinin hemen hemen tüm yükünü sırtlanmak zorunda kalan, yetişkin gibi davranması gereken on iki yaşında bir çocuktur Edmund ve Rosselini İtalyan Yeni Gerçekçilik türündeki bu filminde oldukça karanlık ve sert bir gerçekçilik ile bizi onun hayatına sokuyor. Yönetmen önceki filmlerinden ikisi (1945 yapımı “Roma Città Aperta” (Roma, Açık Şehir) ve 1946 tarihli “Paisan”) ile birlikte bir üçleme oluşturduğu kabul edilen filmde türünün başyapıtlarından bir diğerini yaratırken, bizi savaşın neden olduğu trajedilerin ortasında ve etkileyici bir yüzleşme ile baş başa bırakıyor.
Rossellini’nin, dokuz yaşında hayatını kaybeden oğlu Marco Romano’ya ithaf ettiği film yönetmenin kardeşi olan Renzo Rossellini’nin görkemli bir trajediyi hatırlatan müziğinin eşlik ettiği ve Berlin’in bombardımanlarda yıkılmış evlerin korkunç görüntülerini ve sokaklarının perişan hallerini tarayan kameranın saptadığı görüntüler ile açılıyor. Savaşın üzerinden çok kısa bir süre geçmiştir ve yaşanan korkunç günlerin izleri tüm canlılıkları ile durmaktadır yapıların ve insanların yüzlerinde. Yeni Gerçekçilik akımına uygun olarak çoğunlukla amatör oyuncularla çekilen (çocuğu oynayan Edmund Moeschke’nin ve ablasını canlandıran Ingetraud Hinze’nin ilk ve tek oyunculuklarıdır bu film örneğin) ve gerçek mekânların (tüm dış sahneler Berlin’in harap sokaklarında çekilirken, iç sahneler için Almanya’daki yetersiz koşullar nedeni ile Roma’daki bir stüdyo kullanılmış) kullanıldığı film belgesele yakın gerçekçiliğin avantajını kullanarak ve Rossellini’nin kolay bir çarpıcılığın değil, doğal olanın peşine düşerek yakaladığı hava ile hayli etkileyici olabilen bir çalışma.
Babası ağır hasta olan, savaşın son günlerine dek silahı elinden bırakmadığı için şimdi yetkili makamlara kayıt olmaktan korktuğundan evde saklanarak yaşayan abisi ve sigara, yiyecek gibi şeyler için akşamları dışarı çıkarak şehirdeki yabancı askerlerle “ileri gitmeden” flirt eden ablası ile yaşayan bir çocuk Edmund. Ailenin durumu nedeni ile, çalışan tek kişidir o ve tüm halkın ellerinde ne varsa satarak ya da takas ederek ulaşmaya çalıştığı temel gıdaları ailesine getirebilmek için o da didinmektedir herkes gibi. Hikâye boyunca onun yaşadıklarını izliyoruz ve Rossellini en ufak bir dramatik zorlamaya başvurmamış görünen anlatımı ile bu hikâyenin trajedisini tüm sertliği ile gösteriyor bize. Sokakta yatan bir ölü atın etinden pay alma çabası, yiyecek parası kazanabilmek için yabancı askerlerle yatan kadınlar, bir aracın arkasından dökülen kömür parçalarının peşine düşenler, ölen komşularının üzerindeki süveter ve çorapları değerlendirmeyi konuşan komşular, Britanyalı ve Amerikalı askerlere -koleksiyon değeri için veya savaş hatırası olarak- Hitler’in konuşmalarının plaklarını satanlar ve pedofili imasını da içerecek şekilde çocukları kullananlar şehirden karşımıza çıkan korkunç görüntülerden birkaç örnek sadece. Yaşayan herkesin ağır bir depresyon altında olduğu şehirde vaktinden önce büyümek zorunda kalan, daha doğrusu öyle davranmak zorunda olan bir çocuğun duygularını sadeliğin sağladığı bir güçle anlatıyor Rossellini. Onu sokakta tek başına oynarken veya diğer çocukların oyunlarına katılma isteği ret olurken gösteriyor ve savaşın çok erken büyümek zorunda bıraktığı bir bireyin çocukluğunun yitirilen masumiyetini provokasyonlara hiç başvurmadan sergiliyor. Adeta yönetmen kamerası ile çıkmış sokaklara ve ne saptadı ise, hiçbir müdahalede bulunmadan, yorumlamadan göstermiş bize gibi hissediyorsunuz.
Bu “müdahalesizlik” yanıltmamalı bizi ama; hasta babanın uzun umutsuzluk konuşmasını onu değil, çoğunlukla küçük çocuğunu görüntüleyerek veriyor örneğin Rossellini ve bizi olacaklara (en azından bir kısmına) hazırlıyor. Tüm bir final bölümü ise gerçekçilikten hiçbir ödün vermeden nasıl seyirciyi büyüleyen bir sinema yaratılabileceğinin parlak bir örneğini oluşturuyor. Yanıp yıkılan bir binanın içinde geçen bu finalde Edmund’u belki de ilk kez gerçek anlamda bir çocuk olarak gösteriyor Rossellini ve trajedi duygusunu ve filmin son karesinin etkisini artırıyor. Bu son kare, bir tablo güzelliğinde kesinlikle ve sadece bir bireyin değil tüm bir insanlığın sonunu, acılara daha fazla katlanamayan bir insanın umutsuz isyanını ve taşımak zorunda bırakıldığımız korkunç yüklerin altında nasıl ezildiğimizin resmini çiziyor.
François Truffaut’nun 1959’da “Les Quatre Cents Coups” (400 Darbe) filmini çekerken esinlendiği söylenen bu Rossellini filmi yönetmenin gerçekçiliği tanımlarken kullandığı “Gerçekçilik gerçeğin sanatsal bir biçiminden başka bir şey değildir” cümlesine uygun bir şekilde, bir gerçeği ama sanatın çarpıtmadan aktardığı ve belki tam da bu nedenle sanatsal olabilen bir gerçeği getiriyor önümüze. Doğal mekânlarda çalışmanın katkısı, küçük oyuncu Edmund Moeschke’nin kendi hayatını kameranın farkında olmadan yaşarmışcasına doğal oyunu ve Fransız görüntü yönetmeni Robert Juillard’ın yalın kamera çalışması ile değerlenen bir çalışma bu. Savaşın bitiminin üzerinden henüz üç yıl bile geçmemişken Alman halkını bir suçlamaya, şeytanlaştırmaya girişmeden acıların tüm çıplaklığı ile birlikte göstermesi ile cesur bir harekette bulunan Rossellini “Ölmenin en iyisi olduğunu düşünen ama kendisini öldürmeye cesareti olmayan” insanları sert ve “ham” bir şekilde anlatıyor bu filminde ve Edmund karakteri üzerinden bizi onları anlamaya davet ediyor. Yönetmenin üçlemesinin diğer filmleri gibi sadece sinemanın değil, tüm bir sanat tarihinin de insanı anlattığı en önemli çalışmalardan biri bu sinema eseri ve mutlaka görülmeyi hak ediyor.
(“Germania Anno Zero” – “Germany Year Zero” – “Almanya, Sıfır Yılı”)