“Bırakalım oyunu, Tarık! Yorulmadın mı daha? Yeter artık, ne kendine acı çektir ne de bana. Attığın tokat bile aşkının sesiydi”
Bir zamanlar aralarında büyük bir aşk olan bir adam ile bir kadının tesadüfen yeniden karşılaşmaları ile gelişen olayların hikâyesi.
Senaryosunu Bülent Oran’ın yazdığı, Osman Seden’in yönettiği bir Türkân Şoray – Kadir İnanır filmi. Sinemamızın birbirine çok yakışan ve birlikte pek çok klasikte yer alan ikilinin yine hep hatırlanan filmlerinden biri bu. Epey bir kusuru olsa da ve ikilinin diğer filmlerinin gölgesinde kalsa da ilgiyi hak eden bir çalışma ve Cahit Berkay’ın müziği, Savaş Başar’ın sinemamızdaki ayrıksı karakterlerden birindeki farklı performansı ve her ne kadar adının da vurguladığı gibi anlatmaya soyunduğu aşkın epikliğini yeterince hissettiremese de tutkunun şiddetini ve aşkın yüceliğini vurgulaması ile de önemli.
Şoray, “Sinemam ve Ben” adlı kitabında, filmin konusunu “Sınıf atlama özlemi ile sevdiği adamı terk eden bir kadın, bu ihanete rağmen onu unutamayan bir erkek ve kadına delice âşık olan başka bir erkeğin intikam duygusu…” olarak belirtiyor. Gerçekten de tam anlamı ile bunu anlatıyor film ve anlatırken de özellikle finali ile, “devlere yakışan” bir aşkın resmini çizmenin peşine düşüyor. Charles Vidor’un 1946 tarihli filmi “Gilda – Şeytanın Kızı Gilda”dan epey “esinlenmiş” olan Bülent Oran senaryosunun ve Osman Seden’in yönetmenliğinin hikâyeyi devlere yakışır kıldığı ise bir parça şüpheli. Ne senarist Bülent Oran, örneğin bir Safa Önal kadar edebî bir duyarlılık yaratabilmiş ne de yönetmen Osman Seden, örneğin bir Atıf Yılmaz gibi aşka kadınsı bir zarafetle yaklaşabilmiş. Bu nedenle sonuç daha çok hedefini ima eden, zaman zaman ona yaklaşan ama bir türlü yakalayamayan bir film olmuş. Peki, nedir filmi hedefine yakınlaştıranlar? Öncelikle, Türkan Şoray ve Kadir İnanır ikilisinin varlığı elbette. Özellikle geçmişte kalmış görünen aşktan görüntüler izlediğimiz kareler ikilinin birlikteliğinin ne kadar çekici olduğunu bize çok iyi hissettiriyor. Bu görüntülerin bir parça uzatılması ve sık sık karşımıza çıkmasının nedenlerinden biri sanırım filmin yaratıcılarının da seyircinin Şoray-İnanır ikilisinden beklentisinin ne dolduğunu çok iyi bilmesi. Bir mutluluk karesinin parçası olarak her göründüklerinde gerçekten yürekleri titretiyor iki oyuncu ve bunu açıkçası nerede ise oyunculuk açısından kendilerini pek de zorlamalarına gerek kalmadan yapıyorlar, Osman Seden’in mizansen anlayışı sayesinde. “Günümüz”de geçen sahnelerde ise Kadir İnanır hiç aksamadan işini iyi yapıyor ama Şoray senaryo nedeni ile zorlanıyor. Zorlanıyor çünkü Osman Seden ve Bülent Oran örneğin şarkı söyleme sahnelerinde olduğu gibi inandırıcılığı düşük ve oyuncunun altını doldurması zor anları önüne koymuş oyuncunun. “Gilda” filminde Rita Hayworth’ın -Anita Ellis’in sesi ile- söylediği “Amado Mio” ve “Put the Blame on Mame” şarkılarının yerini oyuncunun Sezen Aksu’nun sesi ile söylediği “Kusura Bakma” ve Neşe Karaböcek’in sesi ile söylediği “Dertler Benim Olsun” şarkıları almış ve Şoray’ın bu şarkıları seslendirdiği iki sahne de hikâyenin içinde epey zorlama kalmışlar. Ne var ki Türkan Şoray büyüsü denen bir gerçek var ve bir başka oyuncu ile çok daha fazla sırıtacak bu sahnelerden fazla yara almadan kurtulmayı başarmış kendisi.
Savaş Başar’ın performansı filmi peşine düştüğü hedefe yaklaştıran bir başka önemli unsuru hikâyenin. Sinemamız için hayli farklı çizilmiş ve bu açıdan da ayrıca önemli olan karakterini başta biraz teatral görünen ama alıştıkça sizi etkisi altına alan bir biçimde canlandırıyor oyuncu ve karakterinin tutkusu ve finaldeki tutumu ile hikâyeye damgasını vuruyor. Öyle ki hikâyedeki aşklardan sadece iki baş oyuncu arasında yaşananı değil, onun kadına duyduğu tutku da ancak dev gibi bir yüreği olanın sahip olabilecek türden olması ile filme adını vermiş görünüyor. Başar ile İnanır ikilisinin birlikte göründüğü ilk sahnedeki tuhaf bir ânı da burada anmak gerek. Başar’ın canlandırdığı iş adamı rahatsızlanır ve İnanır ona destek için kendisine yaklaşır ama göğüs göğüse gelirler bu sahnede ve nerede ise “erotik” bir hava yaratılır ikisi arasında burada ki Osman Seden’in -herhalde hiç amaçlamadığı- böyle bir imaya neden olacak bir kamera açısını neden tercih ettiğine bir cevap bulmak güç gerçekten.
Kısıtlı imkânlarla çekilen ama bir şekilde altından kalkılan baştaki kaza sahnesi (sonuçta bir sualtı çekimi bile var burada, pek de Yeşilçam’dan beklemediğimiz bir şekilde) “su kovası içindeki kırmızı oyuncak araba” ile hatırlanıyor olsa da bir başarı olarak görülebilir ama gemideki patlama sahnesinin -üstelik gösterilmesi hikâye için hiç de gerekli değilken- bir yabancı filmden aşırılması veya benzer şekilde Avrupa görüntülerinin bir yerlerden çalınması hayli rahatsız edici bir Yeşilçam geleneği olarak filmdeki yerlerini almışlar. Senaryonun başka kimi öğeleri de aynı geleneklerden epey nasiplenmiş. Bugün bir “klasik” olan “Seviyorsun! Sevmiyorum!” veya “Kahrolsun o kadın” sahneleri bir yana, senaryo hikâyeyi götürmek istediği yere giderken karşımıza çıkardığı inandırıcılık problemini pek de umursamamamış. İnanır’ın dürüst ve namuslu olduğunun vurgulandığı bir sahnede hemen ardından pek de tekin görünmeyen bir adam için çalışmayı kabul etmesi, sigarasını yakacak kadar “tekin olmayan bir iş adamının sağ kolu” olmaya çabucak uyum göstermesi veya madencilikten gemiciliğe pazarlamadan satıcılığa her işten anlaması epey zorlama görünüyor kesinlikle. Bunlardan daha önemli olanı ise senaryonun “maço”luğa yakın duruşu: Tokatlanan kadının bunu kendisine duyulan aşkın sesi olarak görmesi (kadın cinayetlerine giden yol işte erkeğin kadını bu şekilde sahiplenmesinin ve gerektiğinde cezalandırmasının normalleştirilmesinden de geçiyor sonuçta) hem yanlış hem rahatsız edici örneğin. Şoray’ın karakterini -filmin olumlu öğelerinden biri olarak- sınıf atlama arzusu nedeni ile aşkını terk edecek zayıflıkta göstermesi erkeğin şiddetini doğrulayamaz kesinlikle ama işte bu da Yeşilçam’ın alışkanlığı sonuçta.
Senaryo, karakterleri ve hikâyeyi yeterince derinleştirmekle uğraşmadığı için uzun tutulan şarkı sahneleri ve bitmek bilmeyen “geçmiş ne güzeldi” kareleri, yan rollerde aksayan performanslar ve genel olarak klasik bir üslubu olan filmde birden karşımıza çıkan stilize bir sahne gibi kusurları da olan filmde yine de Osman Seden ve görüntü yönetmeni Erdoğan Engin’in kimi kamera açıları sahnelerin ruhuna uygunluğu ile dikkat çekerken, asıl alkışı hak eden Cahit Berkay’in müziği oluyor şüphesiz. Berkay’ın yıllar sonra Soner Arıca’nın disko yorumu ile katledilen melodileri gerçekten çok etkileyici ve bir Kadir-Türkân filmin ruhuna tam oturuyor. Çok dokunaklı, hüzünlü bu melodi filmin gitmeyi hedeflediği ama ulaşamadığı yere erişmeyi başarmış ve dinleyenin yüreğini titretiyor.
Evet, tüm önemli kusurlarına rağmen görülmeyi hak eden bir film bu. Aşkın ve tutkunun güzelliğini hatırlatması, tutkunun şiddet dolu bir kıskançlığın yanında devlere yakışan bir fedakârlığı da barındırabileceğini söylemesi ile de önemli üstelik.