Die Sehnsucht der Veronika Voss – Rainer Werner Fassbinder (1982)

“Görüyorsun, beni kandıramazsın. Sana bir şey söyleyeyim; benimle Veronika Voss olduğumu, ne kadar meşhur olduğumu bilmeden ilgilenen birinin olması çok güzeldi. Kendimi yeniden bir insan gibi hissettim. Bir insan gibi!”

Eski ününü yitirmiş ve morfin bağımlılığı olan bir sinema oyuncusu ve onun hayatına giren bir spor muhabirinin hikâyesi.

Nazi döneminde iktidarla resmî bir ilişkisi olmasa da, bir yıldız oyuncu olarak filmlerde oynamaya devam etmesinin bedelini savaştan sonra ününü yitirerek ve rol bulmakta zorlanarak ödeyen Alman sinema oyuncusu Sybille Schmitz’in hayatından esinlenen senaryosunu Rainer Werner Fassbinder, Pea Fröhlich ve Peter Märthesheimer’in yazdığı, yönetmenliğini Fassbinder’in yaptığı bir (Batı) Alman filmi. Yönetmenin 1982’de ve 37 yaşındayken aşırı dozdan hayatını kaybetmeden önce çektiği, sondan bir önceki eseri olan çalışma onun “BRD Üçlemesi” olarak tanımlanan filmlerinden biri (Diğerleri 1979 yapımı “Die Ehe der Maria Braun“ (Maria Braun’un Evliliği) ve 1981 tarihli “Lola”) ve Berlin’de Altın Ayı’yı kazanmıştı. Üçlemenin diğer filmleri gibi, 2. Dünya Savaşı sonrasındaki Almanya’yı bir kadın karakter üzerinden anlatan film kontrastı yüksek siyah-beyaz görüntüleri, Billy Wilder’ın “Sunset Boulevard”ını (Sunset Bulvarı, 1950) da hatırlatan hikâyesi, başrollerdeki Rosel Zech ve Hilma Thate’nin oyunculukları, Alman Dışavurumculuğu’na göz kırpan estetik anlayışı ve yönetmenin ustası olduğu melodramatik havası ile çok önemli bir yapıt.

Fassbinder’in BRD Üçlemesi, adını Almanya’nın resmî adı olan Bundesrepublik Deutschland’dan alıyor ve ilgili filmler savaş sonrasındaki Almanya’yı birer kadın karakter üzerinden anlatıyor. 1955’de geçen bu hikâyede ise Sybille Schmitz’in hayatından esinlenmiş Fassbinder. Sinema salonunda bir filmi hüzünlü, adeta acı çekerek ve sonra da gözlerini kapayarak izleyen bir kadının görüntüsü ile açılıyor film (hemen arka sırada oturan seyirci rolünde Fassbinder’in kendisi var); “Sinsi Zehir” adındaki bu filmde bağımlısı olduğu uyuşturucuyu alabilmek için her şeyi kabul etmeye razı olan bir kadını görüyoruz. Seyirci kadın bu filmdeki yıldızın ta kendisidir; kadın sinema salonunu terk ederken o sahnenin çekimine atlıyor film. Veronika Voss (Rosel Zech) o tarihlerde ünlü bir yıldızdır ve kocasının yazdığı senaryolarla çekilen filmlerle büyük bir başarı kazanmıştır. Geçmişi parlak olan kadının bugünü ise çok farklıdır; uyuşturucu bağımlısıdır ve küçük roller bile bulamamaktadır sinemada. Yağmurlu bir gecede onu şemsiyesi altına çağıran bir adamla (Hilma Thate) tanışır ve gazeteci olan adam kadının hayatının parçası olur engel olamadığı bir şekilde.

Hikâyenin Nazi dönemine göndermelerinden birinde Veronika Voss’un, kendisi ret etse de, Nazi döneminin propagandadan sorumlu politikacısı Goebbels ile yakın ilişkileri olduğunu söylüyor karakterlerden biri. Yönetmenin kendisinin de uyuşturucu sorunu yaşadığı dönemde çektiği bu hikâye, geçmiş “parlak” günlerini arayan ve şimdi çöküş ve yozlaşma ile karşı karşıya kalan bir karakter üzerinden Almanya’yı anlatan politik bir içeriğe sahip. 1930’lardaki güçlü ve görkemli Almanya’nın 1950’lerde ayağa kalkmaya çalışan bir ülkeye dönüştüğünü düşünürsek, Veronika’nın bir bakıma Almanya’nın kendisini işaret ettiğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Hikâyedeki yaşlı Yahudi çift ise daha doğrudan bir referans; kolunda toplama kampındaki günlerinden kalma bir damga olan yaşlı adam ve eşinin geçmişteki travmalarına karşı koyabilmek için sığındıklarının Veronika’nın seçiminden bir farkı yok. Aslında bu politik boyutu bir kenara bırakılarak da izlenebilecek bir öykü anlatıyor Fassbinder; 1950’lerde Hollywood’da çektiği melodramlarla bilinen Alman yönetmen Douglas Sirk’ün filmlerini hatırlatan yalın, net ve doğrudan bir anlatım benimseyerek.

Fassbinder, Sirk’ün ve melodramlarının hayranıydı ve onun üzerine yazılar yazdığı gibi, yapıtlarının hak ettiğini düşündüğü ilgiyi görmesi için de epey çaba harcamıştı. Burada anlattığı da evet, bir melodram ama Fassbinder’in estetik anlayışı ile modernleştirdiği türden bir melodram. Bu estetik anlayışın temel taşlarından biri görüntü yönetmeni Xaver Schwarzenberger ve Fassbinder’in güçlü siyah-beyaz çalışması. Ara tonları neredeyse tamamen yok eden ve siyah ile beyaz arasındaki kontrastı en üst düzeye çıkaran bu çalışma, örneğin doktorun muayenehanesindeki göz alan aşırı beyazlıkta güçlü bir biçimde gösteriyor kendisini. Lütfi Akad’ın otobiyografisinin adını “Işıkla Karanlık Arasında” koyması gibi, Veronika da “Işık ve gölge sinemanın iki sırrıdır” diyor bir sahnede. Bir diğerinde ise, Veronika’dan ve onun gibi sinema yıldızlarından bahsedilirken, “Eskiden ışık altındaydılar, şimdiyse karanlıkta” cümlesi kuruluyor. Filmin görsel yanına da çok uygun bu ifadeler; tıpkı Veronika’nın aydınlık günleri ile karanlık günleri arasındaki derin farklılık gibi, filmin görsel çalışması da ışıkla karanlığın zıtlığından ustaca yararlanıyor. Siyah-beyazın doğal olarak çok daha net bir şekilde ortaya çıkardığı bu zıtlığı zaman zaman dışavurumcu denebilecek bir kamera çalışması ile de desteklemiş Fassbinder. Kameranın birden eğik açıya geçtiği tramvay sahnesinin bir örneği bu yaklaşımın ve doktorun kliniğindeki tüm sahnelerde de kendisini gösteriyor. Seyrettiğimiz öykünün gerilimini artıran ve suç unsurlarının etkisini daha iyi hissettiren bir tercih olmuş bu ve hikâyenin içeriği ile doğal bir şekilde örtüşmüş.

Fassbinder çevresini ve yakınlarını filmlerinde oyuncu olarak kullanması ile de bilinen bir isim; burada da annesi Liselotte Pempeit (mücevhercideki yönetici kadın), arkadaşı ve filmin kurgusunu da üstlenen Juliane Lorenz (sekreter) ve yönetmenin gönül ilişkisinin de olduğu Günther Kaufmann da (doktorun kliniğindeki Amerikalı asker) yer almışlar hikâyede. Kaufmann’ın BRD üçlemesinin tüm filmlerinin de dahil olduğu toplam on dört yapıtta irili ufaklı rollerde yer almasının da gösterdiği gibi “aile içi”nde çalışmayı tercih eden bir isimdi Fassbinder ve hemen hepsi ile olan ilişkisinde (ve çoğunlukla kendisinden kaynaklanan) sorunlar yaşasa da, sevdiklerini yanında tutmak için yoğun bir çaba harcamış hep. Bu filimin hikâyesine giden yolu açan, Sybille Schmitz’in hayatı hakkındaki bir makaleye yönetmenin dikkatini çeken ve hayatındaki son kadın olan Juliane Lorenz olmuş örneğin ve Lorenz sinemacının ölümünden sonra da, adına kurulan vakfın yöneticisi olmuş. Film için melodramlara yakışır bir çalışma yapan ve Hollywood’un kendisini hep hissettiren film müziklerini çağrıştıran notaları ile doğru (ve biraz da ürküten) bir seçim yapmış görünen besteci Peer Raben’in de Fassbinder ile kısa süreli bir aşk yaşadığını hatırlatalım bu arada, filmi neden yönetmenin diğer yapıtları gibi bir “aile içi” eser olarak niteleyebileceğimizin bir başka açıklaması olarak.

Raben’in müzikleri dışında ilginç şarkı seçimleri de var filmin; herhalde hikâyenin geçtiği tarihte ülkedeki yoğun Amerikan askerî varlığına gönderme olarak country türü müziğin pek çok şarkısı hikâye boyunca kulaklarımıza geliyor: Johnny Horton’dan “The Battle of New Orleans”, Sanford Clark’dan “Run Boy Run”, Berlin Ramblers’dan “High on a Hilltop” ve Tennessee Ernie Ford’dan “Sixteen Tons”. Filmin şarkılar açısından en güçlü unsuru ise Rosel Zech’in bir ev partisinde Dean Martin klasiği “Memories Are Made of This”i seslendirdiği sahne. Şarkıyı Marlene Dietrich’i hatırlatan bir şekilde yorumlayan sanatçı bu sahnede gerçek bir yıldız ışıltısı ile (hem Veronika Voss hem kendisi olarak) parlıyor adeta. Pek çok sahnede cam yüzeylerden, mücevherlerden ve ışık kaynaklarından yansıyan/çıkan ışın demetleri gibi Zech de göz alıyor bu bölümde.

Hikâyede net bir şekilde hangisinin diğerine yol açtığı söylenmiyor; bağımlılık mı kariyerini mahvetmiştir Veronika’nın, yoksa kariyerindeki çöküş mü onu bağımlılığa giden yola taşımıştır? İkincisinin ihtimali daha yüksek görünse de, her iki yoruma da açık bir hikâye bu ama kendisi de uyuşturucu kullanan Fassbinder’in bu tür maddeleri kullanmanın kendisine değil, bir çöküşe odaklandığı açık. Servetini, ününü ve onurunu yitiren ve her tür istismara açık bir duruma düşen bir yıldızın çöküşü bu anlatılan. Gerçek bir karakterden esinlenerek yaratılan psikiyatristin farklı boyutlardaki istismarına açık olan kadının hikâyesi, gazetecinin kadınla ilgili araştırmasının açığa çıkardıkları ile savaş sonrası Almanyası’nın Nazi geçmişini ortaya koymanın sembolü olarak görülebilir bir bakıma. Gazeteci karakterinin sıradanlığı ise, bir bakıma ülkenin takınması gereken tavrının sembolü oluyor: Geçmişin kibirli görkemine karşılık, doğal olanı işaret ediyor sanki Fassbinder bu karakter ile.

Fassbinder’in en başarılı filmlerinden biri olan “Veronika Voss’un Tutkusu” görsel estetiği hiç ihmal etmemesi ile önemli olan, sorunlu/sorumlu bir sinemacının politik olanı hikâyesine ustaca yerleştirdiği ve melodramın bazen nasıl etkileyici olabileceğini hatırlatan önemli bir yapıt özetle.

(“Veronika Voss” – “Veronika Voss’un Tutkusu”)

(Visited 92 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir