Djam – Tony Gatlif (2017)

“Sadece para, sadece… Onlara duvarları bırakıyoruz, ne yapacaklarsa yapsınlar. Biz şarkı söylemeye devam edeceğiz; müzik yapmaya ve hep birlikte yaşamaya. Bir limandan diğerine gideceğiz”

Ailesinin teknesinin arızalanan motoruna parça almak için İstanbul’a gelen özgür ruhlu bir Yunan genç kadın ve orada karşılaştığı Fransız bir genç kadının birlikte yaşadıkları maceraların hikâyesi.

Tony Gatlif’in yazdığı ve yönettiği bir Fransa, Yunanistan ve Türkiye ortak yapımı. Rembetiko türünün ağırlıkta olduğu müziğin ve dansın egemen olduğu bu Gatlif filmi Yunanistan’ın Midilli adasında başlayıp, İstanbul’a uğrayan ve yine Midilli’de sona eren bir yapıt ve Daphné Patakia’nın canlandırdığı ve filme adını veren Djam adlı özgür ruhlu bir genç kızın yaşadıkları üzerinden müziği, yaşamı, dostluğu ve dayanışmayı kutsayan bir çalışma. Yunanistan’daki ekonomik krizin halk üzerindeki etkilerinden sürgün yaşamlara ve mülteci meselesine uzanan farklı alanlara el atan film zaman zaman bir müzikal havasına bürünmesinin de etkisi ile, ciddi meselelerini yeterince ele al(a)mıyor ama sıcaklığı ve samimiyeti ile yaşama karşı duymamız gereken umudu ve sevgiyi güçlü bir biçimde geçiriyor bize. Gatlif’in dikkat çekmeye fazla uğraştığı belli olan sahneler ve arada bir pamuk şekeri gibi fazla tatlı olduğu anlar gibi sorunları olsa da; müziğin bireylerin ve toplumların kendini ifade etmesinin en önemli araçlarından biri olduğunu hatırlatan yapıt, şarkıları ve Djam karakterinin orijinalliği ile ilgiyi kesinlikle hak ediyor.

UNESCO’nun Somut Olmayan Kültürel Miraslar listesinde yer alan bir müzik türü Rembetiko. Yunan kültürü kökenli (ve filmde Djam’in yaptığı tanımlamaya göre, Türk ve Yunan müziğinin karışımı) olan bu müzik türü 19. Yüzyıl sonlarında Yunanistan’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumların yaşadığı İstanbul ve İzmir şehirlerinde gelişmiş temel olarak. Bir şehir müziği olan rembetiko özellikle yoksullar ve alt sınıflar arasında oldukça yaygındı ve bir süre geri planda kalır gibi olsa da, 1960’larda eski popülerliğine kavuştu; bugün de hem Yunanistan’da gem bizde keyifle dinlenen şarkıları ile iki ülke arasında sıkı bir kültürel bağ oluşturuyor. Hikâye boyunca karşımıza çıkan ve çoğu Yunanca, bazıları iki dilde (Yunanca ve Türkçe) söylenen pek çok şarkı bu kültürel ortaklığın somut ve güçlü kanıtları ve belki Tony Gatlif’i bir dostluk, dayanışma ve yaşama övgü hikâyesini anlatmaya teşvik eden unsurlardan biri de bu bağ olmuştur. Rembetiko ve Yunan sineması denince, unutulmaması gereken bir filmi de bu vesile ile hatırlamakta yarar var: Costas Ferris’in Berlin’de Gümüş Ayı ödülünü kazanan yapıtı “Rembetiko”. 1985’de istanbul Sinema Günleri’nde gösterimine sansür kurulunun izin vermediği ve festivalde beş yıl sonra, 1990’da gösterilebilen bu film 1917’de İzmir’de başlar ve Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Rumlarla birlikte Pire’de devam eder. Yunan sinemasının en önemli örneklerinden biri olan yapıt müziği güçlü bir hüzünle birlikte kullanan ve görülmesi kesinlikle gerekli bir çalışmadır.

Bir tel örgü boyunca -bir müzikalde olduğu gibi, görünmeyen müzisyenlerin çaldığı müziğe eşlik ederek- şarkı söyleyen ve dans eden Djam (Daphné Patakia) adlı genç kadının görüntüsü ile açılıyor film. Bizde “Süt İçtim Dilim Yandı” adı ile Kilis yöresinden bir türkü olarak bilinen şarkının Yunancasıdır dinlediğimiz: “Agapo Mia Pantremeni”. Eteğinin altına iç çamaşırı giymekten hoşlanmayan Djam’in bu müzikal havalı sahnesi ile Midilli adasında başlıyor hikâye. Amca dediği üvey babası (Simon Abkarian) ve onun kız arkadaşı Maria (Eleftheria Komi) ile yaşamaktadır genç kadın ve eski teknelerinin bozulan motoru için gerekli parçanın aynısını yaptırmak için adam tarafından İstanbul’a yollanır. Djam burada, erkek arkadaşı tarafından parası çalınarak terk edilen bir Fransız kızla (Avril roünde Maryne Cayon var) ile karşılaşır ve birlikte İstanbul’dan Yunanistan’a bir yolculuk yaparlar. Dönem Yunanistan’ın ekonomik krizinin en kötü günleridir, ailenin işlettiği kafenin bankaya yüklü borçları vardır ve mültecilerin cansız bedenleri de Yunanistan sahillerine vurmaktadır. Seyrettiğimiz macera boyunca Djam şarkı söyler, dans eder ve yaşam sevincini özellikle de Fransız kıza geçirir; işler pek yolunda gitmese de, yaşadıkça hep umut vardır hikâyesi olur seyredeceğimiz.

Tony Gatlif anlaşılan “düşman(laştırılmış) kardeşler” olan Türkler ve Yunanları filmin ana unsurları yapmayı senaryosunun temel mesajlarına uygun bulmuş; yaratılan düşmanlığın tüm o ortak bağlar karşısında ne kadar saçma ve yanlış olduğunu vurgulayan bu tercih senaryonun yaşamı kutsayan, sıcak havasına uygun düşüyor çünkü. Bir bakıma Avril’i Batı’nın sembolü olarak kullanıyor ve “doğu”nun örneği olan Türk ve Yunanları onlara örnek gösteriyor sanki film. Bunu yaparken de yönetmen, Djam’in Avril’in otele olan borcu nedeni ile el koyulan pasaportunu alabilmek için giriştiği gösterideki gibi müzikallerin serbest ve gerçekçilikten bağımsız havasından da yararlanıyor zaman zaman. Tüm o neşeli havasının içine bir yandan hüznü ve güncel toplumsal meseleleri de yerleştirmiş Gatlif ve belki her zaman hak ettiği derinliğe ulaştırmamış bu meseleleri ama yine de seyircinin dikkatini konulara çekmeyi başarmış. Bunların en önemli olanlarından biri vatanından uzak düşme, sürgünde yaşama hâli. Bu durumu iki farklı karakterin hikâyesi üzerinden ele alıyor film: Djam’in Fransa’da yaşamak zorunda kalan annesi ve bankanın bütün varlıklarına el koyması sonucu çıldıran ve “soğuk Norveç”e gitme kararı vermek zorunda kalan adam. İkincisinin bir tavernadaki -belki de son olan-müzikli ve danslı gecesi içerdiği dehşetli hüzünle belki de filmin en etkileyici görüntülerini içeriyor. “Geldiğim yerde sevmeyi bilirler / Kederini gizleyip bir güzel eğlenmeyi de” sözlerini duyduğumuz bir şarkı, arka planda dans edenler ve şarkıyı icra edenlerin eğlencesini yansıtırken bize; önde adam camın kenarındaki masada oturmaktadır, gözünde bir damla yaş donuş gibidir, elleri yavaş yavaş bir yumruğa dönüşür ve cam nefesinden buğulanmıştır. Ayağa kalkar, ceketini çıkarıp omuzlarına atar ve tavernadan çıkıp ıssız sokakta yavaş yavaş uzaklaşır. Öfke dolu bir hüznü, geride bırakılacaklara şimdiden duyulan özlemi yansıtan çok parlak bir sahne bu ve sözlere ihtiyaç duymadan, derdini çok iyi koyar ortaya. Djam’in annesinin Fransa’da yaşadığı dönemde çalışmak için bir Yunan restoranına girmesi ve orada bir gece söylediği şarkı için “Şarkıyı söyleyen ben değildim, içimdeki sürgündü” demesi, ve o restorana gelen Kürtler, Ermeniler gibi diğer göçmenlerin kadının sesini “anavatanlarının sesi” olarak görmeleri gibi cümleler de benzer etkiler yaratıyor.

Filmin lastik botlarla ve hayatlarını büyük bir tehlikeye atarak Yunanistan’a ulaşmaya çalışan mültecilerle ilgili meselesi ise sürgün olma hâli kadar doğal bir parçası olamamış hikâyenin. Neyse ki görsel gücü yüksek bir sahne ile içerikteki sorunu biçimsel bir başarı ile dengeleyebilmiş yönetmen: Avril’in kıyıda gezdiği bir sahnede karşısına çıkan lastik botlar ve binlerce can yeleğinden oluşan “çöp” yığını, günümüzde can yakmaya devam eden trajedinin sembol resimlerinden biri olmasını sağlayabilecek bir etkileyiciliğe sahip ki “Seninle tanıştığımda kayıptım” diyen Avril’in kendini ve gideceği yolu keşfetmesini de sağlıyor. Aynı yatakta iki çıplak kadın, iç çamaşırsızlık, çatılarda beyaz çarşaflar arasında çıplak dans ve genital bölge traşı gibi “heteroseksüel erkek fantezisi” havalı sahneler ise açıkçası hayli gereksiz ve zorlama bir estetik çekiciliğin peşine düşmenin sonucu gibi görünüyor. Duygularını hiç saklamayan, özgür ruhlu, “yırtık” ve manik bir karakter olarak özgün bir kişi Djam ama filme onun adını vermek de aynı yanlış yaklaşımın sonucu sanki.

Finalde teknedeki hüzünlü ama yine de eğlenceli sahnenin hikâyenin geneline hâkim olmasının, daha üst bir düzeye taşırmış göründüğü ve kapanış jeneriğinde bizde Kilis yöresine ait bir türkü olarak bilinen “Aman Arap Kızı”nı (Yunanca: Arapína Mou Skertsóza) dinlediğimiz filmin bir sahnesinde Kartal Tibet’in 1983 tarihli ve erkeklere başkaldıran kadınları anlatan “Şalvar Davası”ndan bir kare de çıkıyor karşımıza bir fotoğraf olarak. O filmin senaryosunu Başar Sabuncu’nun, Yunan komedya yazarı Aristofanes’in “Lysistrata” adlı oyunundan uyarlamış olması ve Gatlif’in filminde de Bulgaristan’ın tarihindeki kadın devrimcilere ithaf edilen müzik festivaline giden bir çiftin karşımıza çıkması “Şalvar Davası”nın öylesine seçilmediğini gösteriyor bize. Başroldeki Daphné Patakia’nın; anarşisi, ruh halleri ve ayrıksı davranışları ile canlandırması zor bir karakterde parlak ve özgür bir performans sergilediği ve Gatlif’in hikâyeden çok anlara odaklanmayı seçtiği filmin enerjisine kayıtsız kalmanın mümkün olmadığını da ekleyelim son bir not olarak.

(“Journey from Greece” – “Aman Doktor”)

(Visited 47 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir