Fatma Bacı – Halit Refiğ (1972)

Fatma Baci“Gitme kızım! İçkili, çalgılı, yalanlı dolanlı işlere sokulma. Eğlenceli görünür ama ışığa pervane eder insanı”

Kocasının öldürülmesi üzerine üç çocuğu ile İstanbul’a yerleşerek kapıcılık yapmaya başlayan köylü bir kadının ailesini büyük şehirin kötülüklerinden korumaya çalışmasının hikâyesi.

Safa Önal’ın senaryosundan Halit Refiğ’in çektiği ve yönetmenin “Ulusal Sinema” başlığı altında toplanan düşüncelerinin izlerini taşıyan bir film. Yıldız Kenter’in bir parça tiyatrovari koksa da oyunculuğu ile damgasını vurduğu film, “Batılılaşma”nın Türk toplumunda neden olduğu yozlaşmaları anlatmaya soyunan ve bunu yaparken de zaman zaman hayli kaba genellemelere başvuran bir eser. Özellikle son bölümü ile, Yeşilçam kalıpları içinde hayli eli yüzü düzgün bir görünüm sergileyen film sinemamızın 1970’li yıllarından ilgiyi hak eden bir çalışma.

Tiyatromuzun büyük ustası Yıldız Kenter’in sinemadaki oyunculuğu hemen her zaman aynı kelime ile anıldı ve anılıyor: “Tiyatrovari”. Onun güçlü ve “sert” oyunculuğunu neden sinemaya yeterince uygun uyarla(ya)madığını düşününce iki neden geliyor akla: Ya yönetmenler onun oyunu gücünün altını kalın çizgilerle çizmeyi özellikle tercih ederek onu teşvik ettiler bu yönde ya da Yıldız Kenter tiyatrodaki oyunculuğunun aynısını sinemaya kendisi taşıdı. Bu filmde nispeten daha az olsa da yine tiyatro kokan bir oyunculuğu var Kenter’in ve daha ilk sahnedeki trajedilere yakışır tiradı ile filme damgasını vuruyor. Bu açılış oyuncunun olduğu kadar yönetmen Halit Refiğ’in de tercihi gibi görünüyor çünkü hikâye boyunca Refiğ zaman zaman “kaba” bir şekilde anlatmaya çalışıyor derdini. Batı’nın her şeyi ile kötü olduğu, yerli olanın yüceltildiği bir film var karşımızda ve Safa Önal’ın karakterlerin ağzından duyduğumuz pek çok sözü de bunu devamlı bir surette besliyor. Yeşilçam’ın klişelerinin kimini (kötü karakterler yabancı müzikle dans eder, mezarlık sahnesinde ney çalınır vs.) birebir bünyesine alan film, mesajını verme derdine düştüğünde sinemasal endişeleri de bir kenara koyuyor sık sık. Bir karakterin, tanık olduğu bir “Batı kökenli ahlâksızlık” karşısında “Batınız buysa, Batınız batsın” cümlesini dillendirmesi, Refiğ’in seyircinin mesajını kaçırmaması için aldığı önlemlerden biri adeta ama bu kadar kör kör parmağım gözüne bir mesaj kaygısı rahatsız edici oluyor elbette. Hikâye Batı ile ilişkilendirdiği her şeyi benzer bir biçimde yerin dibine sokuyor. Örneğin Batı’nın bir temsilcisi olarak bir akademisyen (bir entelektüel!) de bundan nasibini alıyor ve her türlü ahlâksızlığın parçası olarak gösteriliyor bu yerel olanı sürekli aşağılayan adam. Yerel olanın (namaz kılanın bir başka deyişle) temsilcisi olan anne ise Batı’nın karşısında tek başına mücadele veren bir karakter; açılıştaki kısa köy sahnesinden sonra büyük şehirdeki koca apartman bloklarını tarayan kameraya sabah ezanının eşlik etmesi ve görüntüye namaz kılan cefakâr annenin getirilmesi filmin Batılı ile yerel olanı karşı karşıya getireceğinin ve hangisinin tarafında duracağının ilk göstergesi ve bu karşılaştırmanın hep aynı kaba semboller üzerinden yapılması filmin sinema değerini azaltıyor kuşkusuz.

Sınıf farklarına da değiniyor hikâye sık sık (örneğin bir gece kulübündeki “intikam” sahnesi tam da Safa Önal’ın kalemine yakışan hayli önemli ve başarılı bir sahne) ama burada asla bir sınıf mücadelesi değil Refiğ’in derdi. O sadece savunucusu olduğu millî sınıfıın karşısına yozlaşmış zenginleri ve aydınları ile Batılı sınıfı koyuyor ve bize de hangisinin yanında durup hangisinden nefret etmemiz gerektiğini söylüyor, hatta dikte ediyor sık sık. Evdeki üç çocuktan üniversiteye giden tek kişi olan genç kızın okuduğu dalın “moda desinatörlüğü” olması da yine Batılı olarak görülen bir kavram üzerinden mesaj verme çabasının sonucu olsa gerek. Peki, hikâyenin idealleştirdiği bu dindar, fedakâr ve alçakgönüllü anne ne kadar doğru bir noktada duruyor? Büyük kızını sevmediği bir adamla (üstelik filmin, kendisi ile çelişerek bu adamı şapşal ve mıymıntı bir karakter olarak çizdiğini de unutmayalım) evlenmeye zorlaması, kapıcı olarak görev yaptığı apartmanda sınırsız bir itaat içinde “üst kattakiler”e hizmet etmesi ve zenginlerin çöpe atmaktansa kendilerine gönderdiği bir kelek karpuzu minnettarlıkla kabul etmesi üç çocuğa örnek olacak veya Halit Refiğ’in yanında durmamızı beklediği davranışlar mı diye bir durup düşünmek gerekiyor. Anlaşılan film “düşman”a o denli odaklanmış ki karşısına koyduğunun doğruluğu üzerinde düşünmeye pek ihtiyaç duymamış.

Refiği’in kimi kamera tercihlerinin de benimsediği Batılı olanı eleştirme çabasının pek çok başka örneği daha var filmde. Örneğin bir parti sahnesinde, kamera yabancı bir şarkı eşliğinde masum bir şekilde dans etmekte olan genç kızı ayaklarından başlayarak yüzüne kadar tarıyor ve sanki ona Halit Refiğ’in gözü ile bakarak, bir ahlâksızı görmemizi istiyor bizden.

Filmde sadece duvara asılı bir fotoğrafı ile yer alan Şükran Güngör’ün hikâyede kullanılışı aslında hayli ilginç yanlarından biri filmin; hem çocuklardan erkek olanının davranışlarını belirleyici oluyor sürekli olarak hem de yokluğu ile ailenin diğer bireylerini nasıl etkilediğini devamlı hatırlatıyor bize. Buna karşılık duvarda asılı olan diğer resimlerin (yağlı güreş pehlivanları) hikâyedeki herhangi bir karakterle ilişkisi yok ve yanlış bir tercih olarak görünüyor sanat yönetmenliği açısından. Hikâyesindeki gerçekçilikten uzak kimi öğeler (berberin kadına verdiği tavsiye ancak bir fantastik filme yakışacak içerikte, dolu olduğu ima edilen ama taşınırken sağa sola sallanmalarından boş olduğu anlaşılan bavullar vs.) üzerinden de Yeşilçam ile karşı karşıya olduğumuzu unutmamamızı sağlayan film yukarıda sıraladığım özellikleri ile adeta bugünün iktidarının manifesto filmi olmasını sağlayabilecek bir içeriğe sahip olması açısından da “önemli” bir bakıma. “Aydın ve Batılı değerlere yakın olanların “örümcek kafalı” diye aşağıladığı bir halkın” tarafında duran bir film bu çünkü ve bunu yaparken başvurduğu genellemeler, mağduriyet hikâyesi ve kitlelerin hoşuna gidecek araçları (başta din olmak üzere, “elit” kesimler veya “mutlu azınlıklar” gibi popülizmin işine yarayacak kabalıkta çizilen bir düşman, annenin ağzından duyduğumuz “insan namusu için yaşar, namusu için ölür” cümlesi ile özetlenebilecek bir toplumsal ahlâk anlayışı, halkın değerlerine uzak sekülerler vb.) ile gerçekten de günümüz Türkiye’si için çok şey söylüyor bize.

Müziği kullanım şekli ile sınıfta kalan (trajik bir sahne ve burada kullanılan, kimbilir hangi yabancı filmden çalınmış dramatik bir müziğin hemen ardından ve hiç ara vermeden eğlenceli bir türkü havasına geçiş yapmak gibi tercihler vs.) film tüm bu kusurlarına rağmen yine de ilgiyi hak ediyor. Kenter’in yanında, onun kızlarını oynayan Fatma Belgen ve Yıldız Kenter ve oğlunu oynayan Sertan Acar’ın hemen hiç aksamayan oyunları, filmin Refiğ’in ulusal sinema anlayışından taşıdığı izler üzerinden düşünmeye ve sorgulamaya fırsat tanıması, yine Refiğ’in temposu hep yerinde ve eli yüzü düzgün anlatımı ve ne olursa olsun derdi olan bir hikâye anlatması ile “görülmeli” kategorisine giriyor bu film.

(Visited 710 times, 8 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir