“Umutsuzluğun olmadığı bir hayat, umudun da olmadığı bir hayattır”
Küçük bir cemaati olan bir kilisenin papazının, dünya için umudunu yitiren bir çevre aktivistinin tetiklediği trajedisinin hikâyesi.
Paul Schrader’in yazdığı ve yönettiği; ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya yapımı bir film. Sinemaya senarist olarak giren ve özellikle Martin Scorsese için yazdıkları (“Taxi Driver”, “Raging Bull” vs.) ile ün kazanan Schrader’in yetmiş bir yaşında çektiği bu film kimi eleştirmenler tarafından onun yönetmen olarak en başarılı çalışması olarak tanımlanan ve yalın sinema dilinin hikâyenin varoluşu sorgulayan içeriği ile çok iyi örtüştüğü bir çalışma. Başroldeki Ethan Hawke’ın sade ve bir o kadar da gerçekçi performansının da katkısı ile umut, umutsuzluk ve inanç gibi kavramları çekici bir senaryo ile anlatan film belki bir parça fazla Hollywood kokan finalinden zarar görse de, Amerikan sineması içinde farklı bir yerde durması ile, ilgiyi kesinlikle hak ediyor.
On kişiyi geçmeyen cemaati olan küçük bir kilisede görev yapıyor Peder Toller (Ethan Hawke); ABD’ye gelen ilk göçmenler tarafından 1767’de kurulmuş tarihi ve turistik bu kiliseye özel hayatındaki büyük bir trajediden sonra atanmış olan peder, cemaatinden bir kadının kendisinden kocasına yardımcı olmasını rica ettikten sonra sorgulamalara girişiyor. Senaryolarında dinsel temalara da yer vermesi ile bilinen Schrader, Toller’in hikâyesini, dünyanın geleceği için en yakın ve büyük tehlikelerden biri olan küresel ısınma ve çevre problemlerini yaşamın, umudun, inancın ve direnmenin aracı olarak kullanarak anlatıyor. Filmin başarılı ve çekici yanı, din olgusunu tarafsızlığını koruyarak hikâyenin ana parçalarından biri yapması ve toplum önderlerinin (din ya da başka açılardan) bu konumlarının soyut ve “yüce” kavramlar üzerinden değil, ancak toplumun gerçek sorunları üzerinden anlamlı bir işleve sahip olabileceğini göstermesi. Dinin, ezberlenen ve dikte edilen ifadeler ve kavramlar ile değil, Tanrı tarafından yaratılan her şeye (dünyanın kendisinden her bir canlı varlığa kadar her şey) saygı ve sevgi göstererek gerçekten bir anlam ve değere kavuşturulabileceğini söylüyor hikâye ve bunu da Schrader’in hayli olgun sinema dili ile yapıyor.
Paul Schrader senaryosunu yazarken kendisinin önceki çalışmaları da dahil, farklı kaynaklardan esinlenmiş. “Taxi Driver” (Taksi Şoförü) filminin ve kahramanı Travis Bickle karakterinin bu yapıtına ve Toller karakterine önemli bir ilham kaynağı olduğunu kurgu sırasında fark ettiğini söylemiş Schrader bir konuşmasında. Kendisinin de yakından ve endişe ile takip ettiği küresel ısınma gerçeği onun hikâyeyi yazması için ilk esin kaynağı olurken, Robert Bresson’un 1951 yapımı “Journal d’un Curé de Campagne” (Bir Taşra Papazının Güncesi) ve Ingmar Bergman’ın 1963 tarihli “Nattvardsgästerna” (Kış Işığı) filmleri ile de benzerlikleri var Schrader’in çalışmasının. Ayrıca Flannery O’Connor’ın “Wise Blood” romanı da, inanç krizi yaşayan ve Romalı askerlerin İsa’nın başının etrafına koyduğu dikenli taça gönderme olarak, vücudunu dikenli tellerle saran karakterine bir gönderme ile yer bulmuş hikâyede. Bu esinlenmelerin yanında gerçek karakterlere göndermeleri ve saygı duruşu ile de dikkat çekiyor film. Amazon ormanlarının korunması için mücadele eden ve suikast sonucu öldürülen çevre aktivistleri Dorothy Stang, José Cláudio Ribeiro da Silva ve Maria do Espírito Santo hikâyede kilit bir önemi olan bir obje üzerine iliştirilen fotoğrafları ile anılıyorlar örneğin. Senaryoyu besleyen kaynaklar bunlarla da sınırlı değil; Amerika’daki ilk kolonicilerden biri olan Thomas Morton’un eser ve fikirlerini de hikâyesinin önemli bir parçası yapmış film. Onun “Hiçbir şeyin değişmeyeceğini ve artık bir umudun kalmadığını biliyorum” ifadesini günlüğüne yazıyor bir alıntı olarak Peder Toller ve bağlı olduğu büyük dinî kurumun yöneticisi ile tartışmasında konu bir ara Morton’un fikirleri etrafında dönüyor.
Schrader’in filmi tüm o yalınlığı içinde hayli sert bir eleştiri içeriyor; küresel ısınma, bu sorunu yaratan en önemli faktör olan kapitalist sermaye ve politikacılarla ilişkisini onları etki altına alacak kadar yakın tutan bu gücün adını çeşitli bağışlarla temize çıkarması net bir şekilde gösteriliyor hikâyede. Burada daha da çarpıcı olan ise, dünyanın çevre felaketine doğru ilerliyor olmasının baş aktörlerinden birinin bu kendini temiz gösterme oyununu bir dinî kuruma sağladığı destek üzerinden yapması. Toller’in üstleri ile çatışması ve her zaman doğru olanın yanında durması gereken kutsal inancının bu oyunlara teslim olması bu vicdanlı adamı doğal olarak bir sorgulamaya ve yardımcı olmaya çalıştığı ve umudunu yitirmiş aktivist ile özdeşleştirmeye götürüyor. Hikâyeyi orijinal ve ilginç kılan da temel olarak bu gelişme oluyor ve Ethan Hawke’ın güçlü bir sadeliği olan performansı seyrettiğimizi sürükleyici kılıyor. Pederin günlüğünde yazdıkları üzerinden zaman zaman anlatıcı rolüne de büründüğü hikâye Alexander Dynan’ın özenli görüntüleri ile de ek bir çekicilik kazanıyor.
Kendi çocuğunu katılmaya teşvik ettiği ordunun haksız savaşında (yalanlar üzerine inşa edilen Irak savaşı bu) yitirmiş bir kişinin, felakete doğru ilerleyen bir dünyaya çocuk getirmenin yanlışlığına inanan bir başka adamı bu düşüncesinin doğru olmadığına ikna etmeye çalışması hikâyenin düşündüren yanlarından biri. “Bu dünyaya bir çocuk getirmekle ilgili hissettiğin kederin, o dünyada bir çocuğu yitirmeninki ile eş olamayacağına seni temin ederim” diyor adam diğerine; ilerleyen sahnelerde kendisi benzer bir umutsuzluğa kapıldığında ise “umutsuzluğun gururun parçası olduğu ve umutsuzluğa kapılmanın Tanrı’nın yaratıcılığı yerine kesinliği koymak anlamına geldiği” iddiası ile kendisini de ikna etmeye çalışıyor. Tanrı’ya duyulan inanç ile umutsuzluğa kapılmanın çelişmesinin bir örneği olduğu gibi, farklı durumlar aracılığı ile umut(suzluk) hikâyenin tam göbeğinde yer alıyor. Paul Schrader belki yaşının da artırdığı sorgulama ve umut etme ihtiyacını senaryosuna yoğun bir şekilde yansıtmış. Hikâyenin tümü açısından bakıldığında hayli ayrıksı duran ve gerekliliği/doğruluğu tartışmalı trans sahnesi bir metafizik hava katsa da hikâyeye, Schrader genellikle gerçekçi bir bakış atıyor dünyaya ve hayal kırıklığının karakterinde doğurduğu öfkeyi somutlaştırıyor başarılı bir sinema ile.
Dış ve iç mekânları genellikle ıssız olarak görüntüleyen ve bu sayede bir bakıma, inancında yalnız kalmanın neden olduğu yalıtılmışlığa işaret eden film şu soruyu soruyor ve bizden de aynısını bekliyor: “Dev şirketler adına kimin konuştuğunu biliyoruz. Peki Tanrı’nın adına kim konuşuyor?”. Dinin kurumsal yapısının, modern dünyanın hemen tüm kurumları gibi doğrunun değil, güçlünün yanında durması kendi özüne bir ihanet elbette ve Schrader de bunu başarılı bir yapıtla anlatıyor seyirciye. Final, öyküdeki tüm umut odağı düşünüldüğünde, doğru gibi görünüyor ama “aşkın iyileştiriciliği” fazlası ile Amerikan sineması kokuyor. Görüntü çerçevesinin 4:3 olmasının sağladığı klostrofobi öykü ile ne denli uyumlu duruyorsa, final de bir o kadar uyumsuz sanki. Aslında sinemacı iki farklı son daha yazmış hikâyesine ama sonuçta onların karşısında duran bu finali seçmiş ve Lustlord adı altında yaptığı “karanlık ambient” müzikleri ile tanınan Galli besteci Brian Williams’ın (müzisyenin ateist olmasının öykünün temaları ile zıtlığını da belirtelim ilginç bir not olarak) yarattığı müziklerin (seslerin aslında) daha da koyulaştırdığı karanlığa bir yanıt vermek istemiş belki de.
1972 tarihli “Transcendental Style in Film: Ozu, Bresson, Dreyer” adlı kitabında Schrader üç büyük yönetmenin ortak stillerini (yalın kamera çalışması, “yavaş” akan hikâye, sade ve imadan kaçınan kurgu gibi) filmlerini analiz ederek anlatmıştı sinema meraklılarına. Bu film belki de onun sinemanın bu ustalara hem senaryosu hem yönetmenliği ile en çok yaklaştığı ve açılışta bir kiliseye kayarak yaklaşan kameranın doğurduğu tekinsiz havayı aynı kameranın sondaki “coşkulu” hareketi üzerinden umuda dönüştüren içeriği ile belli bir başarı yakaladığı bir yapıtı.