“Ben… ben bir güreş koçuyum ve güreş sporunu büyük bir aşkla seviyorum. Seninle geleceğin hakkında konuşmak istiyorum ve ne başarmak istediğini. Başarmak istediğin nedir, Mark? ”
Olimpiyatta altın madalya kazanan bir güreşçinin, kendisini bir güreş takımı kurması için davet eden zengin bir iş adamının malikânesinde ev sahibinin dengesizlikleri yüzünden yaşadıklarının hikâyesi.
Kardeş olan iki başarılı güreşçi ve bu spora âşık çok zengin bir adamın karıştığı gerçek bir olayı anlayan bir ABD yapımı. Senaryosunu E. Max. Frye ve Dan Futterman’ın yazdığı, yönetmenliğini Bennett Miller’ın yaptığı film 5 dalda (Yönetmen, Erkek Oyuncu, Yardımcı Erkek Oyuncu, Orijinal Senaryo ve Makyaj) Oscar’a aday olmuş ve Miller’a Cannes’da yönetmenlik ödülü kazandırmıştı. Amerikan sinemasının temposu düşmeyen, göz boyayan ve oyalayan sinemasından uzak duran yapıt, seyirciyi sondaki trajediye güçlü bir ikna edicilikle hazırlayamasa da ve zaman zaman bir boşluk / eksiklik hissi yaratsa da, Miller’ın yalın ve zarif sinema dili, üç başrol oyuncusunun (Steve Carell, Channing Tatum ve Mark Ruffalo) performansları, küçük bir rolde Vanessa Redgrave’in ustalığını hatırlatan varlığı ve yeterince öne çıkamasa da bir sınıf meselesinin ana temalarından biri olması ile ilgiyi hak eden bir çalışma.
John du Pont, Mark Schultz ve David Schultz gerçek hikâyenin üç asıl kahramanı. Koca bir çiftlikte ve devasa bir malikânede annesi ile birlikte yaşayan John du Pont ultra zengin du Pont ailesinin mirasçısı; on dokuzuncu yüzyılın ortalarından beri ABD’nin en zengin ailelerinden biri olan bu aile servetini önce barut üretimi, sonra da kimya sektöründeki işleri ile elde etmiş. Mark ve David kardeşler ise öykünün başladığı 1987’de, her ikisi de olimpiyatta (1984 Los Angeles) altın madalya kazanmış ve dünya şampiyonlukları da olan iki güreşçi. Mark kendisine her zaman destek olan ve koruyan ağabeyinin gölgesinde bir hayat sürerken bir yandan da 1988’de düzenlenecek Seul Olimpiyatı’nda yine altın kazanmayı hedefliyor. Olaylar John du Pont’un Mark’ı bir güreş takımı kurması için malikânesine çağırması ile başlıyor ve aile düzenini bozmak istemeyen David’in teklifi ret etmesi yüzünden Mark yalnız koyuluyor bu işe. John’un Mark’a yakın ilgisi genç adamın ona bir babaya bağlanır gibi bağlanmasına yol açarken, zengin adamın otoritesi bir yandan da onun kişiliğini ezmeye başlayacak ve olaylar beklenmedik şekilde gelişecektir.
Filmin ve kurulacak güreş takımının adı du Pont ailesinin çiftliğinden geliyor. Anne du Pont’un ödüllü atlarının yetiştirildiği bu çiftliğin adını ve geçmişini anlatmak için olsa gerek, açılış sahnesinde atları ve av köpekleri ile farklı insanların siyah-beyaz görüntülerine yer vermiş Miller. Annesinin anlaşılan aile geleneği olan at tutkusuna sahip değildir John du Pont; o bir güreş tutkunudur asıl olarak. Açılışta antrenman yaparken gördüğümüz Mark’a ulaşır ve ABD’nin “ülkeyi onurlandıran” onun gibi gençleri ihmal ettiğini söyler ve olimpiyatta yarışacak bir takım kurma işini verir ona. David’i de getirmesini istediği Mark’tan onun “paranın satın alamayacağı” biri olduğu cevabını alır. Yine başta Mark’ı 20 dolar karşılığında bir ilkokulda öğrencilere konuşma yaparken görüyoruz; aslında davet edilen ağabeyidir ama David her zamanki gibi kardeşini düşünmüş ve parayı onun kazanmasını istemiştir. Yine ilk sahnelerin birinde gittikçe sertleşen bir antrenmanda Mark’ın çok sert bir hareketinin David’in burnunu kanattığını ama onun tepki vermediğini görüyoruz. Tüm bu başlangıç bölümleri iyi düşünülmüşlükleri ile önemli; çünkü hem karakterleri tanıtıyor hem öyküye hazırlıyorlar bizi. Mark’ın David’in gölgesinde kaldığını ve ağabeyinin mutlu aile hayatına karşılık yalnız bir hayatı olduğunu anlıyoruz örneğin ki bunların ikisi de sonradan olacakları etkileyen faktörler. En baştaki siyah-beyaz avcılar ve köpekleri bölümü de üst sınıfın “avlanma ve av seçme hakkını” gösterirken, zenginlerin diğerlerine karşı olan bakışının da bir göstergesi oluyor. Servetini Amerikan ordusuna sattığı silahlarla inşa eden ve ülkenin ekonomik düzeninin sembol ailelerinden biri olan du Pont ailesinin ferdi John du Pont’un “vatanseverlik” nutku ise kapitalizm ile milliyetçiliğin iç içe geçmişliğini hatırlatıyor bize bir politik gönderme olarak.
Elit bir spor ve hobi olan atçılığa düşkün annenin, John’un meraklı olduğu güreşi “avam spor” olarak görmesi (iki güçlü sahne var bununla ilgili: John’un annesine kazandığı kupayı göstermesi ve annenin güreş antrenmanını izlediği sahneler ki burada Vanessa Redgrave hayran bırakıyor kendisine) zengin sınıfta bir “değişim”i işaret etse de, sonuçta bu sınıfın alt sınıflar üzerindeki sömürgeci tahakkümünün değişmediğini ve bunun en uç noktaya kadar gidebileceğini gösteren bir öyküsü var filmin. Mark’ın yaklaşmaması konusunda uyarıldığı anneyi uzaktan dürbünle gördüğü sahne iki sınıf arasındaki duvarların sembolik bir kanıtı örneğin. John’un yerel polis güçleri ile iç içeliği ve Amerikan güreş takımının sponsorluğu da bu bağlamda ve zengin sınıfın gücü açısından dikkat çekiyor. Burada filmin aksadığı nokta sondaki cinayete giden yolu ve katilin eyleminin nedenini tartışmalı bir şekilde belirsiz bırakması; bunu belki de bilinçli ve -gerçeğe de uygun olarak- tercih etmiş senaryo ama öykünün etkisini zayıflatıyor bu durum.
John’un Mark’ı kendi egosu, hedefleri ve gücünün gösterisi için “kullanması”nın pek çok örneği var filmde: Mark’ı David’in gölgesinden çıkması için zorlaması, güreşçinin yapacağı bir konuşmayı yazması, kokain alışkanlığı ve genç adamın kendisi ile ilgili duygularını manipüle etmesi vs. Tüm bunlar kuşkusuz bir sınıfın diğeri üzerindeki oyunları olarak görülmeli. “Atların serbest bırakılması” ve “oyuncak tren seti” hakkındaki konuşma gibi sembolik unsurları olan ve güreş sahnelerinde doğal bir çekiciliği olan görsellik yakalayan filmin gerçek Mark Schultz’u rahatsız eden eşcinsellik imalarının var olup olmadığı ise hayli tartışmalı. Bennet Miller’ın böyle bir niyeti vardıysa bile, bunu o kadar üzeri örtülü tutmuş ki rahatlıkla gözden kaçabilir. Değişen saç kesimleri, “aranan baba figürü”, sert bir tepki verilen bir sıradan dokunma ve güreş sahneleri kesinlikle bu imayı akla getirecek bir içeriğe sahip değiller.
Hikâyenin üç ana oyuncusu da rollerinin hakkını vermişler: Mark Ruffalo yardımcı oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilen performansında yalınlığın gücünü azaltmadığı bir performans çizmiş. Channing Tatum ise Mark rolünde, karakterinin hemen her zaman öfkeli ve durgun görünümünü gerçekçi kılmış zoru başararak. John du Pont’u oynayan Steve Carell ise karakterinin dürtüleri hakkında senaryonun belirsizliklerini aşabilen sade bir oyunculuk sunuyor bize. Burada Oscar’a aday olan makyaj hakkında da bir şeyler söylemek gerek. Carell’a burundan göbeğe yapılan eklemeler ve olduğundan bir parça daha yaşlı gösteren makyaj çalışması kesinlikle çok başarılı ama tüm bunlara gerek var mıydı sorusunu sormadan da edemiyor insan. Evet, gerçek bir hikâye anlatıyor film ama ne gerçek John du Pont ihmal edilemeyecek önemde fiziksel özellikleri baskın olan biri ne de bir biyografi filmi karşımızdaki. Dolayısı ile, başarılı olsa da Steve Carell’ın estetik ve makyajlı hâli eğreti duruyor bir parça.
Rob Simonsen’in piyano ağırlıklı ve tedirgin bir yalın zarifliği olan müzikleri Bennet Miller’in benzer özellikler taşıyan sinema dili ile hayli uyumlu. Miller’ın Cannes’da ödül kazanan ve Oscar’a aday olan yönetmenlik çalışmasının temel başarısı kendisini öne çıkarmadan ve varlığını bize dikte etmeden, mizanseninde ne bir eksiklik ne de bir fazlalık hissettirmesi. Bu öykü nasıl anlatılması gerekiyorsa öyle anlatmış duygusunu yaratıyor ve hep canlı tutuyor bu duyguyu Miller. John du Pont’un “patoloji”sinin yetersiz çizilmesi, zaman zaman hissedilen boşluk duygusu ve takımdaki diğer güreşçiler gibi bazı karakterlerin sahnelerin “set malzemesi” olmaktan öteye geçememesi gibi önemli sıkıntıları olan yapıt yine de ilgiyi hak ediyor.
(“Foxcatcher Takımı”)