“Büyük bir mutluluk anında, bu mutluluğun sonsuza dek sürmeyeceğini, bir gün geçip gideceğini ve bir daha geri dönmeyeceğini bilerek korkuya kapıldığın oldu mu hiç?”
Aşklarını yaşatacak dünyayı bulamama korkuları olan iki gencin tüm dünyadan kaçarak, sonsuza kadar hiç ayrılmamak sözü vermelerinin hikâyesi.
Rita Azevedo Gomes’in yazdığı ve yönettiği bir Portekiz yapımı. Adını Portekiz’in en büyük şair ve yazarlarından biri olan Sophia de Mello Breyner Andresen’in “Terror de Te Amar” isimli şiirindeki bir dizeden alan film lirik atmosferi içinde şiirsel, edebî ve masalsı bir dil ile bir aşkın hikâyesini anlatıyor. Ağırlıklı siyah-beyaz olsa da, zaman zaman renkli görüntülerin de yer aldığı çalışmada Gomes trajedilerdekilere benzer bir hikâyeyi büyüleyici ama gerçekliği de hep koruyan bir görsellikle anlatırken neden Portekiz sinemasının en önemli sinemacılarından biri olduğunu da kanıtlıyor.
Film bir ormanın içindeki, yıkılmış durumdaki büyükçe bir evin içinde dolaşan kameranın gösterdikleri ile başlıyor. Bir müzik kutusundan çıkan türden bir melodinin eşlik ettiği bu görüntüler, bir bitişi, bir kaybedişi, geçmişte kalanı hatırlatan hüzünlü bir nostalji duygusu yaratıyor ki hikâye için çok doğru bir seçim olmuş bu; çünkü gerçekten de eski zamanlara ait görünen bir hikâye bu, daha doğrusu eski zamanlarda anlatılan türden bir hikâye. Buradaki eski sözcüğü aslında bir zaman kısıtlamasını çağrıştırmamalı çünkü hikâyedeki genç âşıklar diğer pek çok kısıtın yanında zamanın onları sınırlamasından da kaçıyorlar ve aşklarını sonsuza kadar yaşatacak ve birbirlerini sebep ne olursa olsun hiçbir zaman terk etmeyecekleri bir dünya kurmaya çalışıyorlar.
Annesi, babası, dedesi, abisi ve küçük kız kardeşi ile birlikte yaşayan Vera ve büyük annesi ile birlikte yaşayan João’nun aşkını anlatıyor bize Rita Azevedo Gomes. Erkeğin okumak için büyük şehire gitmesi söz konusudur ve gittikçe yoğunluğu artan aşkları fırsat buldukça birbirlerini görmeye çalışmaları ve birbirlerine bıraktıkları mektuplar aracılığı ile sürmektedir. Gomes ve görüntü yönetmeni, Portekiz sinemasının tecrübeli ismi Acácio de Almeida yumuşak kamera hareketleri ile mistik denebilecek, büyülü bir atmosfer yaratıyorlar ve sisli görüntülerle bu aşk hikâyesinin sonuna kadar bize hep eşlik eden bir hüznü, tedirginliği ve rüya havasını zarif bir hava ile oluşturuyorlar. Tıpkı adı gibi kırılgan iki karakterin kırılgan bir dünyadaki aşklarının tanığı yapıyorlar bizi ve hikâyedeki karakterleri iç mekanlarda tiyatrovari minimum dekorlar içinde adeta havada yüzerlermiş gibi hareket ettiriyor Gomes. Sessizlik anlarından, melankolik bakışlardan, şiirsel sözlerden ve özellikle ikinci yarıda daha sık kullanılan anlatıcı sesin adeta bir öyküden alınmış gibi duran sözlerinden bolca ve zarif bir şekilde yararlanıyorlar ve ortaya gerçekten de kırılgan, “Kırık Bir Aşk Hikâyesi” (Ömer Kavur, 1981) çıkıyor.
Vurgulanmasa da bir ilk aşk olsa gerek bu ve o aşkın tüm görkemli gücünü ve hatta korkutucu bilinmezliğini içeriyor. Rahatlıkla yapay görünebilecek anları bu derece doğal ve sahici kılabilmesi (örneğin kızın yüzünü aşk mektubunun üzerine koyarak yere uzanması, mektuptaki “Seni seviyorum” satırını yırtıp ağzına atması ve “aşkını yutması” adeta) en önemli başarısı filmin ve nerede ise gerçek bir hikâye izlediğiniz duygusuna kapılmanızı sağlıyor. Oysa bir masal, bir efsanede göreceğiniz türden bir içeriği var hikâyenin. Hatta Gomes, kızın büyükbabasına sorduğu “Büyükbaba, sence bir insan gerçekten aşk yüzünden ölebilir mi?” sorusu üzerine dedesinin ona anlattığı bir efsane ile bu benzerliğin altını çiziyor. Bir bakıma filmdeki aşkın zamandan bağımsızlığının da simgesi oluyor bu efsane. “Efsaneler korkularımızdan doğar: Hayatın anlamsız olduğu korkusundan, hayatlarımızın sıkıcı olduğu korkusundan” diyor büyükanne bir sahnede ve filmdeki efsaneye dönüşen aşkın da bir korkudan (terk edilme ve aşkını yitirme) kaynaklandığını anlatıyor sanki. Burada zaman kavramı üzerinde Gomes’in sürekli olarak durduğunu belirtmekte de yarar var. İrlandalı şair William Butler Yeats’in “In Memory of Eva Gore-Booth and Con Markiewicz” adlı şiirindeki bir dizeyi (“Masumların ve güzellerin düşmanı olmaz, zamandan başka”) kullanıyor Gomes ve zamana karşı koymak isteyen bir masum aşkın güzelliğinin akıbetini anlatıyor.
Görsel olarak çok güzel bir film bu; ormanda gittikçe artan sayıda çiçeğin perdeyi rengârenk yaptığı sahne, bayılan kızı kollarında taşıyan oğlanın görüntüsü ve bu sahnede kullanılan müzikler (Vivaldi’nin RV 588 adlı eserinin “Et in Terra Pax” adlı koro bölümü ve Juan del Encina’nın “Ay, Triste Que Vengo” adlı eseri) gerçekten etkileyici anların yaratılmasını sağlamış. Bunun yanında filmin aslında çok da önemsiz olmayan bir sıkıntısı da var: İki genç karakterine yeterince yaklaştırmıyor bizi. Belki de aşklarının bir “efsane”, kendilerinin de bu efsanenin kahramanları (dolayısı ile sıradan insanlardan farklı) olmalarından kaynaklanan bir seçim bu ama filmin daha da etkileyici olmasına engel oluyor. Bunu bir yana bırakırsak, yetkin bir sinemacının yetkin bir eseri Gomes’in filmi ve aşkın zaman ve mekân tanımazlığı üzerine kurulu. Sophia de Mello Breyner Andresen’in şiirinde söylendiği gibi (“Dünya kadar kırılgan bir yerde seni sevmek ne kadar korkutucu / Ne kadar acı verici seni bu kusurlu yerde sevmek / Her şeyin direncimizi kırdığı ve bizi susturduğu yerde / Her şeyin bizi aldattığı ve ayırdığı yerde”) kusurlu bir dünya bu ve sevmek acı veriyor; film de işte bunu anlatıyor.
(“Fragile as the World”)