Freud – John Huston (1962)

“Üzüntü size ağır geldiğinde, gözyaşı dökersiniz; kızgınsanız, vurursunuz; korkarsanız, kaçarsınız. İçinizde doğan duygular fiziksel davranışlarla dışa vurulur; ama ya o duyguların önünde bir set varsa, boğulmuşlarsa? Şöminede ateş yanıyordur ama baca tıkalıdır. Ateş sönmez, için için yanar. Duman odayı, koridorları, tüm evi doldurur ve sonunda kilerin penceresinden dışarı sızar. Bu hastalıklı belirtiler ancak yanlış yerden dışarı çıkabilen duygusal enerjiden ibaret”

Sigmund Freud’un psikanaliz teorilerini geliştirdiği dönemdeki çalışmalarının ve ilgilendiği vakaların hikâyesi.

Charles Kaufman ve Wolfgang Reinhardt’ın senaryosundan John Huston’ın çektiği bir ABD yapımı. Freud’u Montgomery Clift’in, hikâyesi filmde hayli önemli bir yer tutan hastası (gerçekte birkaç farklı hastaya ait olan hikâyelerin toplandığı hayalî bir karakter) Cecily Koertner’i ise Susannah York’un canlandırdığı film orijinal senaryo ve müzik dallarında Oscar’a aday olmuş, eleştirmenlerin genel olarak beğenmesine karşın gişe geliri bütçesinin altında kalmıştı. Her ne kadar bilim adamının adını taşısa da hikâye onun hayatını değil, psikanaliz yöntemini geliştirmesini anlatıyor ve uzun sahnelerde karşımıza getirilen vakalar düşünüldüğünde, bizdeki vizyon ismi olan “Gizli Hakikatler” çok daha doğru görünüyor. 1963’te Berlin Festivali’nde de yarışan film psikanalizin savunucusu olarak görülebilecek kadar yoğun seans sahneleri içeriyor ve bu “hikâyesizliği” seyirciden beklenen ilgiyi görmemesinin de temel nedeni olmuş gibi. Buna karşılık -bugün bir parça eskimiş duran sinema diline ve daha karanlık bir atmosfer yaratma fırsatını kaçırmış olmasına rağmen- kesinlikle ilginç ve görülmeyi hak eden bir yapıt bu. Huston’ın sağlam ve klasik yönetmenliği, hemen tamamen tek bir alana konstantre olması sayesinde elde ettiği yoğunluğu ile belli bir etkileyiciliği yakalaması gibi önemli artıları var filmin üstelik.

John Huston’ın yola çıkarken hedefi Freud’un gençlik yıllarını anlatmakmış ve senaryoyu Jean-Paul Sartre’ın yazmasını istemiş ama onun yaklaşık 5 saatlik bir hikâye anlatan senaryosunu çok uzun bulmuş yönetmen. Kendisinden çalışmasını kısaltması istenen Sartre ise “Ben Hur için dört saat süren bir film yapılabiliyor ama Texas halkı dört saatlik psikolojik karmaşalara katlanamıyor” diyerek daha da uzun bir senaryo teslim etmiş Huston’a. Sonuçta Sartre filmden adını çekmiş ve onun bazı fikirleri de (örneğin gerçek hayattaki birden fazla hastayı tek bir hastada birleştirmek gibi) kullanılarak Charles Kaufman ve Wolfgang Reinhardt tarafından yeni bir senaryo yazılmış. Film Cecily adındaki hasta örneğinde olduğu gibi gerçek başka karakterleri de değiştirmiş veya birleştirmiş. Örneğin Josef Breuer karakteri iki gerçek bilim adamı olan Josef Breuer ile Wilhelm Fliess’in hikâyeleri bir araya getirilerek oluşturulmuş. Senaryo ile ilgili son bir not olarak, gerçekte çok daha uzun bir süreye yayılmış olan olayların filmde hayli kısa bir süreye sıkıştırıldığını da belirtelim. Filmle ilgili ilginç bir başka not da başroldeki Montgomery Clift ile yönetmen Huston arasındaki ilişki ve çatışma hakkında. Yönetmenin bir önceki çalışması “The Misfits”de de (Uygunsuzlar) birlikte çalışan ve çatışan ikilinin oradan kalan problemleri ve Clift’in o sıralarda yaşadığı sağlık sorunları (ve kimilerine göre ek olarak, Huston’ın bir baba gibi yaklaştığı oyuncunun eşcinselliğini kabullenememesi) çekimler sırasında sık sık sorun yaşatmış yazılanlara göre.

Soyut dışavurumculuğun önemli isimlerinden Amerikalı James Leong’un tabloları üzerinde beliren yazılarla hazırlanan jenerikte bu tabloların belli bir bölümüne odaklanıyor kamera, tıpkı Freud’un hikâye boyunca pek çok örneğini göreceğimiz psikanaliz seanslarında yapacağı gibi ve görünenin yerine iç dünyaları anlamaya ve anlatmaya çalıştığını söylüyor Freud’un sanki. Jerry Goldsmith’in güçlü bir gizem duygusunu uyandırmayı başaran müziklerinin yanında, ünlü besteci Henk Badings’in özellikle düş ve kâbus sahnelerinde kullanılan elektronik tınılarının da önemli birer katkı sağladığı hikâye, çoğu hipnoz altında gerçekleştirilen psikanaliz seansları ile devam ediyor ve Freud’un meslektaşlarından aldığı yoğun tepkilere rağmen düşüncelerini ve teorilerini geliştirmesini anlatıyor. Açılışta Huston’ın kendi sesinden duyduğumuz giriş bu hikâyenin bilim adamının insanın bilinçaltına yaptığı yolculuğu anlatacağını söylüyor. Aslında bu giriş hayli ilginç; insanın kibrini yıkan üç bilim adamından söz ediyor bu sözler: Dünya merkezli bir evren inancının karşısına güneş merkezli bir evreni koyan Kopernik, insanın hayvanlardan ayrı ve üstün bir tür olmadığını anlamamızı sağlayan evrim teorisi ile Darwin ve insanın söz ve düşüncelerinin her zaman bilinçli iradenin sonucu olduğunu düşüncesinin karşısına bilinçaltının gücünü koyan Freud. 1885’te Viyana’da başlayan hikâyede Freud ilk çatışmasını, çalıştığı hastanenin başhekimi ile yaşıyor. Histerinin rol yapmaktan farkı olmadığını ve tedavisinin de bulunmadığına inanan yöneticiye karşı çıkıyor Freud ve bilinçaltına olan yolculuğuna çıkıyor. “Hipnoz durumu anlamamızı sağlıyor ama iyileştirmemizi değil” saptamasından yola çıkan ve tedaviyi psikanalizle bulan, “Geceye ait olanı geceye bırak” uyarısı ile bilinçaltının karanlıkları konusunda dikkati çekilen Freud’un tüm tepkilere rağmen ilerlemesi -kaçınılmaz biçimde- kendi travmaları ile de yüzleşmesini sağlayacaktır. Huston’ın filmi bunları anlatırken, bu konulara özel merakı olanlar dışındakiler için biraz rutin ve aksiyonsuz görülebilecek bir hikâye getiriyor karşımıza. Düş sahnelerindeki kamera kullanımı ve görsellikler ustaca oluşturulmuş ve filmin genelindeki sağlam klasik dile hoş bir tezat oluştururken, psikanalizin “mucize”leri herkesin ilgisini çekmeyebilir ve bu yöntemle ilgili bugün gelinen nokta da çeşitli itirazlara yol açabilir gösterilenlere.

Filmin cüretkâr yanları olduğunu da söylemek gerekiyor. Ensest ilişki ve tutkular açık bir şekilde dile getiriliyor ve sık sık da ima ediliyor hikâye boyunca. Herhalde filmin Amerikan seyircisi üzerinde beklenen etkiyi yaratamamasında bunun da önemli bir katkısı olmalı. Sonuçta “Bilimde gerçek dışında kutsal bir şey yoktur” anlayışı her seyirci için aynı çekiciliğe sahip olamaz. Bunun yanında, tek bir hasta üzerinde birden fazla gerçek kişinin semptomlarının toplanmış olması da hikâyede bir zorlama duygusu yaratıyor zaman zaman. Uzun süresine ve adının ima ettiğine karşın Freud’u ele almamak ve bu nedenle örneğin o kısa evlilik sahnesini hikâyeden kopuk kılmak gibi bir sorunu da var filmin. Buna karşılık bilim tarihinde ve insanın doğası (ve elbette bilinçaltı) ile ilgili araştırmalarda tartışmasız bir yeri olan Freud’un çalışmalarını, çabalarını ve inançlarını anlatırken hakkını verdiğini rahatça söyleyebiliriz konunun. Montgomery Clift oyununun tüm sadeliğine karşın, yüzünde ve özellikle de gözlerinin ifadesi ile yarattığı karanlık ve yoğun ruh ile dikkat çekerken, Susannah York -tüm o travmalar ve psikanaliz sahneleri düşünüldüğünde- inandırıcı görünmenin oldukça zor olduğu bir rolün altından başarı ile kalkmış.

Alanının usta ismi Douglas Slocombe’un görüntülerinin de önemli bir çekicilik kattığı filmin Sartre tarafından hazırlanan ilk senaryosu burada karşımıza çıkan ensestin yanında eşcinsellik, çocuğun cinsel istismarı ve mastürbasyon gibi dönemin Amerikan sinemasının kesinlikle uzak duracağı unsurlar da içeriyormuş. Aslında filmin final hâlinin bile yeterince “fazlası ile basitleştirme” içerdiğini düşünürsek, bu sorunun dozu daha da artarmış belki de o senaryo ile. Slocombe’un görüntüleri basitleştirmeye uygun ama kesinlikle doğru seçimleri (özellikle ışık ve karanlığın bilinçaltına erişildiği anlarla, oradan “gerçek hayat”a dönüldüğü anlardaki kullanımı çok etkileyici) ile hayli önemli. Paris’e giden trende Freud’un babasının hediye ettiği saatinin düşerek parçalanması gibi sembolik anlar da mevcut ama bilim adamın tren fobisi olduğunu bilmeyen bir seyirci için buradaki sembolizm sadece onun baba figürü ile olan sorunu ile sınırlı kalıyor. Freud ile hastası Cecily arasında geçen ve “Her masum masumiyetini kaybetmekten kaçamayacağı bir dünyaya doğar. Her çocuk bir günahkâra dönüşmeye makhkûmdur” sözlerini içeren konuşmanın hayattaki iyi veya kötü her şeyin insana dair olduğunu hatırlatması ile insan ruhunun karanlığını bir parça daha anlaşılır kıldığını da ekleyelim. John Huston’dan ilginç ve görülmesi gerekli bir yapıt, özetle söylemek gerekirse.

(“Freud: The Secret Passion” – “Gizli Hakikatler”)

(Visited 250 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir