Funeral in Berlin – Guy Hamilton (1966)

“Satranç oynamayı biliyorum ama hile yapmanın daha kolay olduğu oyunları tercih ederim”

İngiliz İstihbaratı adına casusluk yapmak zorunda kalan bir adamın soğuk savaş yıllarında iltica etmek isteyen bir Doğu Bloku generalini Doğu Berlin’den kaçırma hikâyesi.

İngiliz yazar Len Deighton’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, casus Harry Palmer’ın sinemaya aktarılan ikinci macerası. Michael Caine’in canlandırdığı Palmer karakteri sinemaya ilk kez Sidney J. Furie’nin yönetmenliğinde 1965’te çekilen “The Ipcress File” adlı çalışma ile girdi ve tümünü Caine’nin canlandırdığı bu karakterin sinemada toplam beş macerası oldu. Serinin en başarılı filmi ilk çekilen filmdi ve sonraki çalışmaların kalitesi gittikçe düşen bir çizgi izledi. “Funeral in Berlin” ise serinin ikinci filmi ve orta karar bir eski usul casusluk macerasını getiriyor karşımıza. Caine tüm İngiliz casuslarının olması gerektiği gibi cesur, esprili, çapkın ve zeki. Bir farklı yönü var yine de; dozunda tutulmuş bir anti-kahramanlığı var karakterimizin.

İsrail istihbaratından İngiliz istihbaratına, Doğu Almanlardan Batı Almanlara pek çok tarafın karıştığı ve bir süre sonra olay örgüsünün seyrinin zorlaşmaya başladığı filmin hikâyesi klasik casusluk filmlerinden pek ayrılmayan bir içeriğe sahip. Çift taraflı çalışan ajanlar, tarafların birbirini alt etmeye çalışırken giriştikleri zekâ oyunları ve istihbarat örgütlerinin amaca giden yolda her aracı mübah görmesi gibi tüm standart unsurlar bu filmde de yerlerini bulmuşlar. Bir Bond filminde göreceğiniz tüm o teknik teçhizatın olmamasının yanında hikâyenin asıl farklı yanı Palmer karakterinin espriler ve iğnelemeler şeklinde dışarı çıkan alaycı ve kuşkucu tavrı. Başka seçeneği olmadığı için bulaştığı bu casusluk dünyasında hem aynı tarafttan oldukları ile hem de düşmanları ile ilişkilerinde bu tavrını sürekli gösteriyor ve adeta bu dünyadan nefretini kusuyor. Caine’in karakterine uygun bir soğukluk ile canlandırdığı Palmer’ın bu macerası Bond filmlerine göre daha yavaş akan, gürültü patırtının çok daha az olduğu ve karakterinin yılgınlığını filmin tüm atmosferine yayan bir havaya sahip. Yönetmenin bu kimi yapay öğelerden uzak durması filme zaman zaman bir belgesel havası da katıyor ve bir duvar ile ortasından ikiye bölünmüş bir şehrin yaşamak zorunda kaldığı ve doğasına aykırı bu durumun neden olduğu şaşkınlığını hissetmemizi sağlıyor zaman zaman.

Hikâyenin filmin bazı anlarında fazla karmaşık bir hal alması romandan gelen bilinçli bir seçimin sonucu belki ama kitapta okurun kontrolü altında tutabileceği ve bu nedenle onu yormayacak bu durum sinema perdesinde kitapta durduğu gibi durmuyor. Sadece Palmer’ın değil seyredenin de kafasını karıştıracak bu durum, Soğuk Savaş’ın tedirgin ve yorucu kaosunu aktarmaya yarıyor bir yandan ama filmin çekiciliğini de azaltıyor. Görüntülerin başarısı ile de dikkat çeken film farklı bir casus karakterini farklı bir atmosferde karşımıza getirmesi ile de takdiri hak ediyor ama hikâyenin kaynağı John le Carré değil Len Deighton olunca da film bir “The Spy Who Came in From the Cold” olamıyor. Aralarında “Goldfinger” adlı serinin parlak örneklerinden birinin de olduğu dört James Bond filmini de yönetmiş olan Guy Hamilton arada çektiği bu filmde aksiyondan çok düşüncenin peşinde olan seyirciye yönelmiş ve sinemaya orta karar ama yine de farklı bir film armağan etmiş özetle.

(“Berlin’de Cenaze” – “Cehennem Dönüşü”)

(Visited 187 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir