“Parada gözü olmayan polisler kuduz köpek gibidir; tedavi edilemezler, uyutulmaları gerekir”
1949’da Los Angeles’ı ele geçirmeye çalışan bir gansgstere karşı oluşturulan ve yasal ve yasa dışı yöntemlerle onu durdurmak için çalışan bir polis takımının hikâyesi.
Paul Lierberman’ın Los Angeles Times’da yayınlanan bir dizi makalesinden oluşturduğu “Tales From the Gangster Squad” adlı kitabından Will Beall’ın sinemaya uyarladığı ve Ruben Fleischer’ın yönettiği bir ABD yapımı. Açılışta da belirtildiği gibi gerçek olaylardan esinlenen film, bu gerçek olayları bir Hollywood filminden bekleneceği şekilde hayli değiştiren (ve çarpıtan), sert görüntülere ve aksiyona dayalı, şiddetin “çekici”liğinden epeyce yararlanan ve hikâyesinin içeriği ve bu hikâyeyi anlatma şekli ile hayli olumsuz bir eleştiriyi de hak eden bir çalışma. Gösterişli olduğuna hayli narsist bir şekilde inanıp bu gösterişinin takdir edilmesini seyirciden de talep eden film, sadece türün meraklıları için cazip olabilir.
Hikâyeye hiçbir şey katmayan bir tercihi olmuş senaryonun: Altı sert polisten oluşan “gansgter takımı”nın liderinin ağzından anlatıyor hikâyesini film. Bu anlatıcının ne kendisi hikâyenin akışı için gerekli ne de senaryonun inanmış göründüğünün aksine “güçlü sözler” duyuyoruz ondan. Neden hikâyeye girip bir şeyler anlatıyor bize ve neden özellikle o anlarda bu girişi yapıyor, anlamak mümkün değil. Ne var ki bu kendini nedense hayli beğenmiş görünen filmin bu kusurunun tipik bir örneği bu durum sadece. Çok sert bir sahne ile başlayan ve benzeri sahnelere de sıklıkla yer veren filmin ne çoğunlukla anlamsız şekilde başvurduğu mizahı güçlü ne de tüm o çatışma sahnelerinde dikkat çekici bir yenilik sunabiliyor bize. Bunların hiçbirini dert etmiş de görünmüyor üstelik; kendinden o denli emin ki hiçbir gerçekçilik hassasiyeti de taşımadan gürültülü bir şekilde anlatıyor hikâyesini ve adeta “ne kadar eğlenceliyim, değil mi?” diye bağırıyor bize sürekli olarak.
Başta altı polisin onlarca gansgter ile çatıştığı sahneler ve suç örgütünün liderinin mekanlarına yaptıkları baskınlar olmak üzere, Will Beall’ın senaryosu bize devamlı olarak gerçekçi olmayı unutmamızı söylüyor. Polislerden birinin çete resinin sevgilisi ile yatmaktan ve bunu kalıcı bir aşk ilişkisine dönüştürmekten çekinmemesi ve reisin evine bir dinleme cihazı yerleştirmek için gizlice girdiklerinde bu kadını zamana karşı yarıştıkları o tehlikeli ortamda bir de tutup öpmesi gibi pek çok mantık dışı sahnesi var filmin. Bu öpücük sahnesi ile Bruce Willis tarzı kahramanlara bir selam mı gönderilmiş bilmiyorum ama o özendiği filmlerdeki mizaha sahip olmayan bu sahne güldürüyor ama amaçladığı komikliğe sahip olamamasının doğurduğu gariplik nedeni ile oluşuyor bu komedi.
Kayıt dışı çalışan, amaçları tutuklamak ve öldürmek değil, gangsterlerin şehri terk etmelerine neden olacak bir şekilde gelir kaynaklarını ve işletmelerini yok etmek olan altı polisin hikâye boyunca başvurduğu şiddeti haklı çıkarmak için gansgterlerin sadizme varan acımasızlıklarını ısrarla ve dozunu da sürekli yükselterek gösteriyor film. Fuhuş, uyuşturucu, kumar ve yasa dışı bahis işlerinde faaliyet gösteren çetenin, şehrin ileri gelenleri (emniyet ve yargı mensupları) ile yakın ilişkilerini de göstererek, film bize “her türlü muameleyi hak ediyorlar” diyor düzenli olarak. Gerçek bir gansgster olan Mickey Kohen ve onun da dahil olduğu pek çok gansgteri şehirden kovmak için oluşturulan “gangster takımı” gerçekten varlar Amerikan tarihinde ama film buradan yola çıkıp kafasına göre oluşturduğu bir hikâye anlatıyor bize. Bu takımın elemanları işlerini yaparken bugün pek hoş görülmeyecek pek çok yönteme başvurmuşlar gerçekten de ama bugün bile polis örgütlerinin bu tür yöntemleri -yumuşatarak da olsa- kullanmaya devam ettiğini kim inkâr edebilir? Gerçekte bir vergi kaçakçılığı suçu ile hapse atılan Kohen’i filmde cinayet suçlaması ile içeri tıkılmış gibi göstermesi başta olmak üzere daha pek çok gerçeği çarpıtan film, finalinde anlatıcının ağzından duyduğumuz “isimsiz kahraman polisler” sözleri ile asıl derdinin ne olduğunu da açıkça söylemekten çekinmiyor.
Fazla makyajlı görünen ve rolünü pek de içine sindirmişe benzemeyen Sean Penn’in de aralarında olduğu zengin bir kadrosu var filmin ama oyuncuların hiçbirinden özel bir performans göremiyoruz. Yönetmen Ruben Fleischer’ın da böyle bir derdi yok zaten; onun derdi matkapla delinen beyinden ızgarada pişen ete geçiş yapmak gibi “incelikler” ya da eğlenceli bir caz müziği eşliğinde kurşunlarla buluşan bedenleri göstermek asıl olarak. Zaman zaman kaba bir çizgi roman estetiğine de bürünen filmde polislerden birinin kullandıkları yöntemlerden rahatsız olarak ve gansgsterleri kastederek “onlarla aramızda ne fark var?” demesi veya yine aynı polisin benzer bir başka şikâyeti üzerinden film “liberal” bir sorgulamaya da giriyor gibi görünüyor ama bu sahnelerin asıl amacı, bu polisin akıbeti ve çocuğunun öfke dolu gözyaşları üzerinden üreteceği povokasyonun etkisini arttırmak sadece.
Bir Yeşilçam filminde görsek dalga geçeceğimiz bir oteli basma sahnesi, arabanın arkasından asılmak gibi akrobatik hareketler, son atışını yapmadan öl(e)meyen polis veya hayli zorlama bir yumruk yumruğa dövüşlü final bölümü gibi tuhaf ve zayıf yönleri de olan film, kendisinde olduğunu düşündüğü görkeme aşık olmakla o kadar meşgul ki bir adamın daha yeni doğum yapmış, kucağında bebeği ve bir elinde de bavulu olan çok sevdiği karısını bineceği kadar trene kadar götürmeyip uzun bir tünelin başında ondan ayrılmasının saçmalığını fark edemiyor. Fark edemiyor çünkü bu sahnede asıl amaç tünelin geometrisi sayesinde çarpıcı bir kare yakalamak. En kayda değer yanı kapanış jeneriğindeki çizimler olan film, -kendisine aşık bir- aksiyonun meraklıları için sadece.
(“Suç Çetesi”)