Giovanni’nin Odası – James Baldwin

Amerikalı yazar James Baldwin’in “eşcinsel edebiyat”ın klasiklerinden biri olan romanı. Paris’te geçen ve bir Amerikalı ile bir İtalyan arasındaki trajik aşkı anlatan roman sade ve güçlü dili ile çok etkileyici bir kitap ve bu “imkânsız” türden olan aşkı 1950’lerin koşulları düşünüldüğünde vurucu ve açık bir biçimde anlatması ile önemli olan bir eser. İki erkek kahramanından (eşcinselden çok biseksüel tanımını hak eden doğaları var aslında her ikisinin de) biri olan Amerikalı David’in ağzından yazılan kitap, onun İtalyan Giovanni ile olan aşkını gerçekçiliğin ve dürüstlüğün egemen olduğu satırlarla anlatıyor okuyucuya. Kendisi de eşcinsel olan James Baldwin hayli “içeriden” anlatmış David’in duygularını ve trajik finalini baştan söylemesi ile tüm satırlara sinen bir hüzün duygusunu egemen kılmış romanında.

Kendisini 1950’li yıllarda A.B.D.’de içinde olunabilecek olan en kötü durumlardan birinde (eşcinsel, siyah ve komünist) bulduğunu söyleyen Baldwin’in bu kitabının zamanında şimşekleri üzerine çekmesinin nedeni sadece eşcinsel aşkı tüm açıklığı ve doğallığı ile halkın önüne getirmesi olmamış; bir siyah yazar olarak iki beyaz karakter arasındaki bir eşcinsel aşkı anlatmaya cüret etmesi de kimi çevrelerin tepkisine neden olmuş. Baldwin karakterlerinin neden siyah olmadığını, kitabın eşcinsel aşkı anlatması ile zaten yeterince “yüklü” olduğunu, bu temaya bir de etnik bir unsur katmasının ağır geleceğini söyleyerek açıklamış. Kitabın etki gücünü ve ilk satırından son satırına kadar sizi elinden hiç bırakmayan çekim gücünü düşündüğünüzde kesinlikle katılacağınız bir ifade bu ve tersi durumda (beyaz bir yazarın siyahlar arasındaki bir aşkı anlatması) yazarın tercihi hiç de cüretkâr olarak değerlendirilmeyeceği için gelen tepkilerin ayrımcı bir bakışın sonucu olduğu açık.

Baldwin kitabında odağına eşcinsel bir aşkı alıyor ama başka ayrımcılıklara veya temalara değinmekten de geri durmuyor. Örneğin İtalyan adamın başına gelenin, Fransa’da ne olursa olsun bir yabancı olmasının da sonucu olduğunu hissettiriyor ve bir anlamda “sorunu çözen” cinayette öldürülen tarafın köklü bir Fransız ailesinden olmasının normalde “yoz” olarak görünecek ve halk tarafından kabul görmeyecek yaşam tarzının önüne geçmesini de bu ayrımcılığın bir sonucu olarak ortaya koyuyor. Baldwin kitabında Avrupa ve Amerikalı karakterlerin kıyaslamasına da girişiyor ve David’in kız arkadaşı olan Hella karakterine şunları söyletiyor: “Amerikalılar asla Avrupa’ya gelmemeli, çünkü bir daha asla mutlu olamıyorlar. Mutlu olmayan bir Amerikalının ne anlamı var? Sahip olduğumuz tek şey değil mi mutluluk?” Biri elbette içinde hep bir yara olarak kalacak ama zamanla etkisi azalacak bir aşkı kaybeden, diğeri kendisi ile ne yapacağını bilemediği bir şekilde yalnız kalan iki Amerikalı acı çekiyor ama somut olarak kurban olan biri varsa, o da İtalyan oluyor. Bunu kendi mutluluk arayışında bir Avrupalının kalıcı mutsuzluğuna yol açan Amerikalı bir sembol olarak yorumlamak gerekir belki de.

Romanını 1949 yılında, kendisi 24 yaşındayken aşık olduğu ve o tarihte henüz 17 yaşında olan İsviçreli Lucien Happersberger’e ithaf eden James Baldwin üç yıl süren arkadaşlıklarının Happersberger’in evlenmesi üzerine sona ermesi nedeni ile bunalıma girmişti. Romanında da benzer bir gelişme var ve Baldwin’in de kahramanı David gibi bir süre Paris’te yaşamış olması romanın bu kadar içeriden yapılmış bir gözlemle yazılabilmiş olmasını açıklıyor. Eşcinsel barları ve oraların müdavimlerini, başka (bir diğer ifade ile söylersek, “normal”) bir hayat kurmalarına imkân vermeyen bir toplum düzeninde giderek sefih bir hayata sürüklenen ve genç oğlanların peşinde koşan yaşlı eşcinselleri ve tüm bu karakterlerin korkularını, zavallılıklarını ve yaşama tutunmaya çalışmalarını etkileyici bir resimle anlatıyor Baldwin. Merak uyandıran; aşk, cinayet, terk etme/edilme, şüphe ve korkularla dolu çekici satırlarla açılan kitap, özgür olamayan ve olamayacak olan karakterinin “… belki de bizi perişan eden bu oldu, çünkü alabildiğince yaşandığında özgürlük kadar dayanılması güç bir şey yoktur” cümlesinin de bir parçası olduğu şekilde, özgür olmak ve/veya kendin olabilmek temasını barındırıyor bünyesinde acılı bir şekilde.

David’in ilk cinsel uyanışının, ilk cinsel ilişkisinin ve sonrasında yaşadığı korku ve dehşetin anlatıldığı bölüm; tanık olunmayan bir giyotinle idam sürecinin hayal edilmesi; iki aşıktan birinin diğerine “… karşı içimde sevgim kadar güçlü ama yine aynı köklerden beslenen bir nefret uyandı.” cümlesi ile ifade ettiği hislerinin uyanmasını anlatan satırlar ve terk edilenin terk edene hesap sorduğu, yalvardığı ve sonunda pes ettiği bölüm Baldwin’in sade bir üslup içinde yakaladığı gücün pek çok örneğinden sadece üçü. “İçimden her zerrem Hayır! diye haykırmasına rağmen, gerçek benliğim Evet diyordu” cümlesi ile duygularını ifade eden adamın kendisine “haset ve şehvet”le bakan denizci ile olan kısa karşılaşma ânı ve yine aynı adamın sevgisilini terk ettikten sonra içine düştüğü kaos sırasında bir başka denizcinin peşine düşmesi ve onunla yaşadıkları da benzer şekilde Baldwin’in başarısını gösteren diğer örnekler olarak verilebilir.

Sembollere de şık bir şekilde başvurmuş Baldwin. Bir karakterin yazdığı ve onun hapishane günlerini anlatan kitap üzerinden aşıklardan birinin kendisini içinde hissettiği hapishaneye gönderme yapması veya kitabın sonunda Amerikalı’nın kurtulmak istediği bir kağıdın parçalarının rüzgâr yüzünden kendisine geri gelmesi ile belki de kişinin kendisinden kaçabilmesinin imkânsızlığının hatırlatılması gibi unsurlar var kitapta. Baldwin’in bu romanının hüzünlü yanı sadece iki genç adamın yaşadıkları değil; onlardan birinin geleceği ile ilgili korku duymasına ve diğerini terk etmesine neden olan örnekler de aynı zamanda. Toplumun onaylamadığı bir aşkın trajik tarafları olan insanlar bu örnekler ve onlarda kendi geleceğini görüyor Amerikalı David. Onlardan iğreniyor (özellikle de henüz kendisini tanımadığı ve/veya kabullenmediği günlerde hayli somut olan bir duygu bu) ve aşağılıyor onları. Bu yaşlı eşcinsellerden biri olan Jacques karakterinin şu cümleleri gerçekten çok çarpıcı hem David’in kendisi ile yüzleşmesi açısından hem de sevgisi ayıplanan tüm insanlar için bir çığlık oluşturuyorlar adeta: “… Ancak asıl aşağılanması gereken, asıl adilik başkalarının ıstırabını küçümsemektir. Karşındaki insanın bir zamanlar genç, hatta senin şu anda olduğundan da daha genç olduğu, farkına bile varmadan adım adım küçük adımlarla bu hale gelmiş olabileceği hiç aklına gelmedi mi?” Gizlenmek zorunda olan, duygularını sürekli bastırması ve hep tetikte olması gereken, aşağılanan ya da “daha iyi” bir ihtimalle acınan insanların nasıl birer “çirkinlik ve kötülük” örneğine dönüşebileceğini ve yine de “zavallı” olmaktan kurtulamayacaklarını o denli yürek burkan bir şekilde ve sert olmaktan kaçınmayarak anlatıyor ki Baldwin, sadece bu bile kitabı kesinlikle okunması gerekenler arasına koyuyor.

Romanın girişinde Amerikalı şair Walt Whitman’ın bir dizesine yer vermiş Baldwin: “O adam benim; acı çektim, oradaydım”. Şairin “Leaves of Grass” adlı kitabında yer alan bu dize işte bir kısa alıntının bile nasıl şıklıkla seçilmesi gerektiğini ve romana nasıl katkı sağlayabileceğini gösteriyor bize. “O adam benim” (“I am the man”) diyor şair ve romandaki “erkek olmak” üzerine olan düşüncelere bir gönderme oluyor bu. “Acı çektim” (“I suffered”) diyor tıpkı kitaptaki karakterler gibi ki acıya yazgılı tüm bu karakterler doğaları gereği ve “Oradaydım” diyor (“I was there”) tıpkı romanın kahramanı David’in ben oradaydım ve yaşadıklarım bunlardı yaklaşımı ile olanları anlatttığı gibi. Whitman’ın kitabının da tıpkı Baldwin’in kitabı gibi “ahlâksızlığı” nedeni ile şimşekleri üzerine çektiğini belirtelim alıntının yerindeliğinin bir başka kanıtı olarak.

Baldwin 1980 yılındaki bir röportajda, Paris’e geldiğinde karşılaştığı ve kendisine içki ısmarlayan bir Fransızın fotoğrafını birkaç gün sonra bir gazetede gördüğünü ve adamın tutuklandığını okuduğunu söylemiş. Daha sonra tıpkı romanındaki gibi giyotinle idam edilmek olmuş adamın sonu ve Baldwin o sıralarda üzerinde çalışmakta olduğu romanında hiç tanımadığı bu adam hakkında yazmakta olduğunu fark ettiğini söylemiş aynı röportajda. Hayat ile sanatın birbirini taklit etmesine bir örnek diyebiliriz buna herhalde. Kahramanlarından David’in ağzından yazılmış bir çeşit “itirafname” olarak da değerlendirilebilecek romanın, bu özelliği açısından Oscar Wilde’on “De Profundis” adlı mektubu (ya da monologu) ile akrabalığı olduğunu da ekleyelim son olarak ve kitabı mutlaka okunması gerekenler arasına koyalım.

(“Giovanni’s Room”)

(Visited 834 times, 14 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir