“Adım Maximus Decimus Meridius, Kuzey Orduları’nın komutanı, Felix Lejyonu’nun Generali ve gerçek imparator Marcus Aurelius’un sadık hizmetkârı. Öldürülen bir çocuğun babası, öldürülen bir kadının kocası. Ve intikamımı alacağım, bu hayatta veya sonrakinde”
Kudretli bir Roma generaliyken, yeni imparatorun gazabına uğrayan, ailesi öldürülen ve gladyatör olan bir adamın intikam hikâyesi.
On iki dalda Oscar’a aday olan ve aralarında En İyi Film’in de olduğu beşini kazanan bir film. David Franzoni’nin orijinal hikâyesinden yola çıkarak, senaryosunu Franzoni, John Logan ve William Nicholson’un yazdığı filmi yöneten isim Ridley Scott olmuş. Hayli zengin bir kadro ve büyük bir bütçe ile çekilen film başroldeki Russell Crowe’un Oscar kazanan “görkemli” oyunu ile özetlenebilecek bir çalışma aslında: Büyük ama bir parça boş bir film bu ve hikâyesinin nerede ise yarısı bu tür filmlerde sıkça gördüklerimizi tekrarlayan ve içerik olarak vasat sahnelerle dolu. Şiddeti ve kanı bolca kullanan, teknik açıdan çok başarılı, bütçesinin hakkını veren görkemli savaş ve gladyatör dövüşleri sahnelerine sahip bir “eğlencelik” olarak ilgiyi hak ediyor kuşkusuz ama sinema değerleri açısından vasat olduğu da bir gerçek.
Russell Crowe filmin en büyük kozlarından biri kuşkusuz ve o da bunu hak ettiğini gösteren bir performans sunuyor baştan sona ve oyunculuğunun fiziksel yanını hikâyenin de gerektirdiği şekilde öne çıkararak filmi sürüklüyor. Çekimler boyunca birkaç kemiğini kıran oyuncu filmin zengin oyuncu kadrosunun da desteği ile bu aksiyon filminin tüm gereklerini karşılıyor ve yönetmen Ridley Scott da aksiyon türünün gerektirdiği teknik ustalığa fazlası ile sahip olduğundan bu açıdan herhangi bir sıkıntı yaşamıyor film. Çekimler tamamlanmadan ölen ve filmin ithaf edildiği Oliver Reed’den Joaquin Phoenix’e Richard Harris’ten Oliver Jacobi’ye ve David Hemmings’e genç ve yaşlı oyuncuları bu tarihî aksiyon filminde bir arada görebilmek hoş bir durum kuşkusuz ve Phoenix’in tutkulu, diğerlerinin de olgun diye nitelenebilecek oyunculukları filmi zenginleştiriyor. Tüm bu ünlü isimleri karşımıza getiren ve Roma İmparatorluğu’nun tarihinden bir kesiti anlatmaya soyunan bir Hollywood filmi olarak tarihi bolca ve acımasızca değiştiriyor ve çarpıtıyor elbette karşımıza gelen eser ve üstelik -kimileri ortaya çıkan senaryodan rahatsız oldukları için isimlerini filmden çeken- onca tarih danışmanının -doğal olarak- engel olamadığı bir şekilde. Gerçek kişiliklerin arasına, üstelik başrolde, bir gerçek olmayan karakter koymak anlaşılabilir bir şey olabilir sinema ticareti açısından ama gerçek kişiliklerin başlarına gelenleri tamamı ile çarpıtmak affedilir bir şey değil kesinlikle. İmparator Aurelius’un doğal nedenlerle gerçekleşen ölümünü cinayete çevirmekle başlayan ve sayıları epey çokca olan bu çarpıtmalar senaryoya “heyecan” katıyor ve Phoenix’in genç imparator karakterinin “şiddetle arzu edilen ama hiç karşılanmayan, baba tarafından takdir edilme isteği” üzerinden psikolojik okumalara da (ensest bir aşkı da eklemeliyiz buna) yol açarak ilginç bir öğe yaratıyor ama tüm bu değişiklikleri -gerçekte bir suikast sonucu öldürülen Commodus’u arenada kahramanımızın karşısına çıkartarak kaderini belirlemek gibi diğer pek çoğu ile birlikte- sinemanın zorunlu kıldığı bir durum olarak değil, tarih ile dalga geçmek diye tanımlamakta bir yanlışlık yok kesinlikle.
Açılış sahnesinden başlayarak epik havada bir “büyük” film ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz ve yakışıklı, karizmatik, güçlü, cesur, sevecen, esprili ve askerleri tarafından sevilen ve sayılan generalin yönettiği savaşın görüntüleri de eğleneceğimizin garanti olduğunu söylüyor bize. Görkemli dövüş sahneleri, kopan organlar, fışkıran kan ile film bize “eğlence”sinden kaçamayacağımızı açık açık söylüyor. Scott’ın tartışılmaz teknik becerisi tüm o efektlerle birlikte ortaya karşı konulamaz bir eğlencelik koyuyor, senaryosunun -belki de geniş kitlelerin hiç umursamayacağı bilinen- vasatlığına rağmen. Oysa hikâyenin özellikle bizimki gibi siyasî tarihleri için olan ülkeler için hayli önemli ve burada üzerinde yeterince durulmayan bir yanı var: İmparatorluk taraftarları ile Cumhuriyet taraftarları arasında bir mücadele var burada ve ölen imparator Roma’yı tekrar bir cumhuriyet yapmayı planlarken yerine geçen oğlu senatoyu ortadan kaldırıp tüm yetkiyi kendisinde toplamak istiyor. Babasının, senato görevi devralmaya hazır olana kadar General Maximus’un (ordunun bir başka deyişle) görevi üstlenmesini istemesi karşısında “darbe”yi önlemek için senatörleri ortadan kaldıran imparatora halktan “hırsız” diye bağrılması, “bir diktatörlüğü diğerine mi değişeceğiz” gibi cümleler vs. epey çağrışımlara yol açıyor elbette bugün seyrederken.
Şiddeti açıkça kullanan hatta sömüren, zaman zaman bir reklâm filmi estetiğini tercih eden, kimi klişelerden kaçınamayan, Oscar’a aday olan görkemli müziği ile dikkat çeken film içine trajik bir duygusal hikâye de katılmış aksiyon meraklıları için çok tatmin edici şüphesiz. Ne var ki daha fazlasını bekleyenler için sıradan denebilecek bir yapıt bu ve Hollywood’un o “hoş ama boş” filmlerinden, ama onların gösterişli olanlarından, bir diğeri sadece. Seyredip, üzerinde pek durmadan eğlenmek için görülmeye değer yine de.
(“Gladyatör”)