“Bu sabah bir kadınla tanıştım: Sıcak, neşeli ve üzgün. Gözlerinde derin bir hüzün var”
40 yaşında dul bir Amerikalı kadın, kendisi gibi dul olan Fransız sevgilisi ve kadının hayatına giren 24 yaşında Amerikalı bir gencin Paris’te geçen hikâyesi.
Fransız yazar Françoise Sagan’ın “Aimez-Vous Brahms?” adlı romanından uyarlanan bir ABD – Fransa ortak yapımı. Senaryosu Samuel A. Taylor tarafından yazılan ve yönetmenliğini Anatole Litvak’ın üstlendiği filmde Ingrid Bergman, Yves Montand ve Anthony Perkins gibi üç güçlü oyuncu üstlenmişler başrolleri; karizmaları ve başarılı oyunculukları ile de filme damgalarını vurmuşlar. Sagan’ın romanında da olduğu gibi baş karakterlerden ikisi Amerikalı olsa da film hikâyesi ve atmosferi ile aslında bir “Fransız” olması ile öne çıkıyor ki bu çelişkili durum filmin kimi zayıflıklarının da açıklayıcısı aynı zamanda. Klasik sinemanın zaman zaman melodrama kayan romantik dramlarından biri olarak özellikle bu tür filmlerden hoşlananların kesinlikle görmesi gereken bir çalışma bu ve sinemanın asıl olarak odağına insanları alan bir hikâye anlattığında nasıl çekici olabileceğinin de kanıtı. Georges Auric imzalı çekici romantik müziğinin yanısıra Brahms’ın 3 ve 4 numaralı senfonilerinden de yararlanan filmin romandan kaynaklanan kadın bakışı da ayrıca önemli.
Evet, hikâyenin iki önemli karakteri Amerikalı ve yönetmen Hollywood dönemi öncesinde Avrupa’da da çalışmış olan ama temelde klasik Amerikan sinemasının önemli isimlerinden biri olarak tanınan Anatole Litvak olsa da bu film kesinlikle bir Fransız filmi. Hikâyesinin içeriği, kadının hikâyenin odak noktasındaki yeri ve Time dergisindeki eleştiride belirtildiği gibi “restoranlarda ve araba içinde geçen tüm sahneleri” filme tam bir Fransız atmosferi katıyor. Hatta finalde kadının ve ona aşık olan genç adamın “kaybedenler” tarafında, adamın ise “kazananlar” tarafında olmasını da onun “kendi evinde” oynamasına bağlamak mümkün. Bu siyah-beyaz klasik özellikle Paris’i orada yaşayanları ile birlikte 1960’ların “caz” havasına uygun bir biçimde kullanıyor ve ortalama bir Amerikan filminde karşımıza çıkacak ve rahatsız edecek bir durumdan da ustalıkla sakınıyor: Film Paris’e bir turist gözü ile bakmıyor onca dış sahnesine rağmen ve hikâyesini bu bağlamda bakınca yerel bir gözden anlatıyor bize. Anthony Perkins’in sevgilisi ile buluşma zamanını beklerken arabası ile Paris’te dolanıp durduğu sahne örneğin, asla Paris bulvarlarında gezintiye çıkarmıyor bizi; sadece bu karakterin mutlu ve coşkulu çocuksuluğuna ortak ediyor bizi ve şehirin herhangi bir öğesini vurgulamadan onunla birlikte başıboş bir tatlı serseri gibi dolaştırıyor bizi sadece. Bu açıdan filmin düzeyini yükselten bir doğru tercihte bulunmuş görünen filmin temel kusuru (belki de eksikliği demek daha doğru) filmin mizansenine sızmış olan Amerikan havası. Anatole Litvak kimi sahnelerde gösterdiği uçarı havayı tüm filme yay(a)mamış ve bu nedenle bir fırsatı da kaçırmış aslında. Yukarıda sözü edilen araba ile dolaşma sahnesinden kadının sevgilisi ile ilk tartıştığı sahneye kadar kimi örnekleri olan bu farklı hava filme bir Fransız veya daha genel söylersek bir Avrupalı yönetmenin katabileceği kadar çok olmamış ne yazık ki. Filmin kimi sahneleri tam da bu nedenle gereğinden fazla Amerikalı atmosferi ile yeterince güçlü olamamış görünüyor.
Kadın ve adam beş yıldır birliktedir ve kadın adamın tüm çapkınlıklarının da farkındadır; evlenmeyi beklemediğini söylese de sevdiği bu adamla ilişkisinin kalıcı olmasını arzu etmektedir aslında. İşte bu sırada karşısına çıkan bir başka adam gençliği, enerjisi, sevecenliği, tutkusu ve gösterdiği ilgi ile onu kendisine çekmeyi başarır. Adamın çapkınlıkları sessizce sineye çekilirken, kadının bu ilişkisinin üç karakterin de hayatını tümden etkilemesi ve kadının kendinden genç bir erkekle birlikte olmasının dedikodulara neden olması toplumun ikiyüzlülüğünü gösteriyor bize ve bu açıdan bakınca da kadının -ne yazık ki- gerçekçi finaline rağmen bu sona kadarki tutumu ve kararları açısından bir feminist yanı olduğunu da söylemek mümkün hikâyenin. Litvak, Yves Montand’ın karakterinin kadınlara düşkünlüğünü ve bu konudaki rahatlığını daha ilk sahneden başlayarak tüm film boyunca gösteriyor bize özellikle ve bununla erkek ile kadının ilişkiler konusunda nasıl farklı kalıplarla değerlendirildiğini vurguluyor. Kadının genç sevgilisi sorumluluk almaktan, çalışmaktan hoşlanmayan ve yaşına göre bile büyümemiş görünen bir karakter ve hikâyedeki yeri sanki daha çok kadının kendisini sorgulamasına yarıyor gibi. Genç adamın kadına söyledikleri (“Sevmek? Ben de annemi seviyorum, eski arabamı, bakıcımı… Onu sevdiğini söylüyorsun ama yalnızsın, pazar günlerini yalnız geçiriyorsun, yalnız yemek yiyorsun.. hangi sıklıkta yalnız uyuyorsun?”) kadını harekete geçiriyor bir bakıma ama kadının gücünün önyargılara ve alışkanlıklara karşı ne kadar dayanıklı olacağı konusunda da bizde alttan alta hep bir kuşku uyandırmayı başarıyor senaryo. Film açılışına çok benzeyen bir kapanış ile sonlanırken kadının yazgısının onun bireysel hikâyesi olmaktan çok tüm kadınlara ait olduğunu söylüyor bize.
Ve üç yıldız, üç güçlü oyuncu. Montand oldukça sade ama doğal ve gerçekçi bir oyunla canlandırmış karakterini. Bergman ise hikâyenin onun etrafında dönmesini sağlayan senaryonun da yardımı ile mutluluktan hüzne kuşkudan coşkuya gidip gelen kadını çarpıcı bir güçle getirmiş karşımıza ve klasik oyunculuğun kimi zaman ne muhteşem olduğunu hatırlatıyor bir kez daha. Filmin oyunculuk açısından öne çıkan ismi ise sanki Anthony Perkins olmuş: Aslında zor bir rol ve oyuncunun bir önceki rolünün Alfred Hitchcock’un “Psycho – Sapık” filmindeki “sapık” olduğunu düşünürsek buradaki çocuksuluğa bu derece rahat bürünebilmiş olması gerçekten şaşırtıyor seyredeni. Litvak’ın keşke bir parça daha uzun tutsaydı demekten kendinizi alamayacağınız “yağmur altında bekleme” sahnesi Perkins’in yüz ifadesi ile çok daha güçlü olmuş kesinlikle. Küsen, hüzünden bir anda çılgın bir coşkuya geçen “manik depresif” karakterin ruh haline o denli başarı ile girmiş ki Perkins, kendisine “aşık ediyor” seyredeni ve yanına çekiyor kesinlikle.
Duyguların depreştiği “dörtlü” dans sahnesi gibi anlarını da düşününce filmin neden ABD’de o denli ilgi görmeyip olumlu eleştirileri genellikle Avrupa’da aldığını anlamak mümkün. Anlaşılan Amerikan halkı hikâyeyi bir parça cüretkâr bulmuş ama elli beş yıl sonra bugün filme bakınca eksik kaldığı yönünün de cüretkârlığında yeterince ileri gitmemiş olmaması görünüyor. Burada asıl olarak hikâyenin değil, yönetmenliğin yeterince cüretkâr olmamasından söz ediyorum. Daha Avrupalı, daha yenilikçi olmalıymış sinema dili kesinlikle. Yine de Douglas Sirk’ün filmlerinin havasından esinlenen ama onlar kadar melodramatik olmayan (belki de olmalıydı diye düşünmek mümkün) filmde genç adamın annesi rolündeki Jessie Royce Landis’in de sağlam bir yardımcı oyunculuk sergilediğini söylemeyi atlamamak gerekiyor. Genç sevgilisine ağlayarak yaşlı olduğunu söyleyen, ayna karşısında makyajını temizlerken yaşlandığını düşünen Bergman’ı ve elbette göründüğü her kare ile Perkins’i izleme fırsatı veren film bugün bir parça eskimiş görünebilir ama görülmesinde yarar var kesinlikle.
(“Aimez-Vous Brahms?” – “Brahms’ı Sever misiniz?”)