Güvercin – Banu Sıvacı (2018)

“Erkek olacaksın, adam olacaksın; çalışacaksın, ne deniyorsa da onu yapacaksın. O kuşları da satacaksın!”

Güvercin yetiştiren ve onlara tutku ile bağlı olan bir delikanlının, abisinin zorlaması ile çalışmaya başlamasının ve ait olmadığı bir “erkek dünyası” ile karşılaşmasının hikâyesi.

Banu Sıvacı’nın yazdığı ve yönettiği bir Türkiye yapımı. Yönetmenliğe kısa filmlerle başlayan Sıvacı, Adana’da geçen bir öyküyü yalın bir sinema dili ve minimalizme yakın bir üslupla, gerçekçi bir tavırda anlatırken, memleketlisi Yılmaz Güney’le biçimsel açıdan ayrılsa da, ona yakışan bir halk filmi çekmiş. Sinemamızın ihmal ettiği alt sınıfları kendi ortamlarında ve gerçeklikleri ile ele alan, dozunda bir düşsellik ile ilk filmin zorluklarını aşan ve Kemal Burak Alper’in karakterine çok yakışan bir oyun verdiği yapıt dürüstlüğü ile dikkat çekerken, zaman zaman alçak gönüllülüğünün ve öyküsünü / karakterini izleyicisini sorgulamaya yeterince güçlü taşıyamamasının sıkıntısını yaşıyor; ama bu sıkıntılar filmin önemini ve değerini azaltmıyor.

İnsanın en az beş bin yıldır güvercin yetiştirdiği tahmin ediliyor ve aralarında Birleşik Krallık Kraliçeleri Victoria ve II. Elizabeth, İspanyol sanatçı Picasso ve Sırp asıllı ABD’li mühendis ve mucit Tesla’nın da bulunduğu pek çok insan da bu hayvanlara olan tutkuları ile biliniyor. Pek çok ülkede olduğu gibi bizde de uzun bir süredir var olan bir tutku bu ve onları besleme ve yarıştırma arzusunu para kazanma amacından daha fazla besleyen şey onlara duyulan büyük sevgi. Öykünün kahramanı Yusuf da (Kemal Burak Alper) onlardan biri. Adana’nın alt sınıf ailelerinden birinin üyesi Yusuf; ebeveynleri hayatta olmayan, ağabeyi (Ruhi Sarı) ve ablası (Demet Genç) ile yaşayan bir genç adam o. Çalışmanın, para kazanmanın gerekliliği dilinden düşmeyen ve ailenin en büyüğü olarak diğer iki kardeş üzerinde otoritesini kuran abisi kardeşinin güvercin tutkusunu sert bir biçimde eleştirerek “Hastalık, vallahi hastalık!”) kardeşinin bir an önce “erkek olmasını” ve bir işe girmesini istiyor. Oysa anlaşılan Yusuf’u hayata bağlayan tek araçtır güvercinler; zamanın hemen tamamını güvercinleri tuttuğu terasta geçirmekte ve geceleri de orada yatmaktadır. Bu kuşlar hayatının tek odak noktasını oluşturan Yusuf adını Maverdi koyduğuna ise özel bir sevgi duymaktadır. Kuşlarını düğünlere kiralamaktadır ve para ihtiyacı olduğunda satmaktadır da genç adam ama onlara karşı hissettiği bağlılıktır asıl mesele. Yusuf’un hayatında kırılma noktası yaratan, abisinin onu bir işe sokması ve bazı gelişmelerin onun hayatının anlamı olan güvercinlerden uzak düşme ve hatta onları kaybetme riskini doğurmasıdır.

Banu Sıvacı ilk filminde sade ve sahicilik duygusunu taşıyan bir sonuç çıkarmış ve belki tümü başarılı olmasa da küçük değinmeler ve bunları sağlayan görsellikle gerçekten uzaklaşmayan bir öykü anlatmış bize. Açılış sahnesinde Yusuf’un terasta güvercinleri ile ilgilenirken, duyduğu motor sesinden kaynaklanan tedirginliği örneğin hem öyküye katılacak yeni karakteri hem de Yusuf ile onun arasındaki ilişkiyi tanıtan zarif bir an. İlerideki sahnelerde karşımıza çıkan, toz maskesi soran işçinin öykünün geneli ile doğal bir şekilde eklemlendirilemesi gibi sıkıntılar da var ama yine de Sıvacı’nın genel olarak görselliği doğru kullandığı ve küçük anları beceri ile yazıp yönettiği rahatlıkla söylenebilir. Belki en önemli başarısı da yönetmenin, işte bu küçük anlarda ve kısa sahnelerde yakaladığı doğal sahicilik duygusu ile bizi “gerçek” bir öykü anlattığına hiç zorlanmadan ikna edebilmesi. Yusuf’un güvercinleri ile olan sahnelerinin tümü ve kısa düğün bölümü gibi farklı örnekleri var bu başarının. Sıvacı kısa diyaloglarında da gösteriyor aynı başarıyı ve karakterlerin azğından dökülen her sözcüğe inanmamızı sağlıyor. Örneğin Yusuf’un bir leğen içinde su dökünerek yıkanırken, terasa yanına çıkan ablasına kızdığı ve “bakma, abla!” diye bağırdığı sahnedeki diyaloglar elle tutulacak kadar yoğun ve doğru.

Adana ve sinema deyince akla ilk gelen elbette Yılmaz Güney oluyor ve Banu Sıvacı da bu ustanın izinden gitmiş filminin bazı unsurları dikkate alındığında. Her şeyden önce bir alt sınıf filmi bu ve sadece Yusuf ile ailesi değil, diğer tüm karakterler ve olayların geçtiği bölgeler de bu sınıfın yaşam ortamlarını getiriyor karşımıza. Buna kahramanının bir çıkış arayışı içinde olmasını da ekleyebiliriz; Yusuf bir yandan tutkusuna bağlı yaşamaya çalışırken, dğer yandan abisinin sözleri ve davranışları üzerinden karşısına çıkan sosyal düzene uymaya ve ona rağmen ayakta kalmaya çalışıyor. Kardeşine sürekli olarak paranın önemi üzerine kurulu nutuklar atan ve bu anlayışı düstur edinen abinin yasa dışı işlerin parçası olması da aynı bağlamda değerlendirilebilir; karakterlerin içinde bulundukları düzende kendilerine çıkış yolu ararken sapmaktan çekinmeyecekleri ya da sapmak zorunda kalacakları yolları çekinmeden gösteriyor bize film. Burada belki önemli fark, Sıvacı’nın senaryosunun 1980’ler ve sonrasındaki sinemamızın apolitikliğinden de beslenmesi. Tam da bu nedenle o toz maskesi konuşması filme yapay bir şekilde eklenmiş gibi duruyor ve, yoksulluk görüntüleri, işportacılar, emeğin sömürüsü ve 1980 sonrasında topluma empoze edilen bireycilik, kişisel çıkarın öne çıkarılması vb. olgular hak ettikleri kadar öne çıkamıyorlar hikâyede. Oysa bu alanlarda daha radikal ve cesur bir yaklaşım, yapıtı çok daha zengin ve güçlü bir görünüme kavuşturabilirdi.

Sıvacı’nın yukarıda anılan ve filme değer katan “küçük anlar”ının arasına Yusuf’un eril bir dünyaya uymadığını gösteren birkaç sahneyi (futbol taraftarları ile karşılaşma, içki içmesi söylenen Yusuf’a gülenler vs, yeni bir iş için kamyonet arkasında yapılan bir yolculukta onun belki de ilk kez semtinden uzaklaştığını hissettiren bakışlar ve ablanın anaçlığı gibi) daha eklemek mümkün. Fazla söze başvurmadan, hatta bazen tamamen sözsüz bir şekilde anlatıyor bu anlarda meselesini Sıvacı. “Tren istasyonundaki uğurlama” veya “Maverdi’nin yalnızlığı” gibi sahne veya öğelerin altı yeterince doldurulabilseydi, şüphesiz daha yüksek bir düzeye ulaşacaktı bu anlar sayesinde film.

Canset Ozge Can’ın müzikleri filme önemli bir katkı sağlıyor ve öyküden bağımsız bir etkileyicilik peşinde koşmadan, aksine onu tamamlayarak adeta, dikkati çekmeyi başarıyor. Kemal Burak Alper’in yanı sıra, Ruhi Sarı’nın da olgun performansı ile takdiri hak ettiği filmde, bir de elbette, final çekimini anmak gerekiyor; açıkçası sadece bu görüntü için bile görmeye değer filmi çünkü. Terastaki Yusuf’u tam tepeden çeken kamera yavaş yavaş ondan uzaklaşarak adeta göğe erişirken (ya da Yusuf bir güvercine dönüşürken), hem terastaki yaşamına hem de mahallesine kuşların (belki de Tanrı’nın gözünden) bakıyoruz ve ortaya gerçekten muhteşem bir görüntü çıkıyor. Bu vesile ile, görüntü yönetmeni Arda Yıldıran’ı da takdir etmeyi unutmayalım. Kuş mezatını yöneten adamın, “Buraya her türlü insan gelebilir. Fakiri de gelebilir, zengini de gelebilir; doktoru da gelebilir, mühendisi de gelebilir; ama burada en iyi kuşu olan konuşur” sözleri ortak bir tutku üzerinden “eşitlik” duygusunu ima ediyor ama bu eşitliğin sadece o tutku ile sınırlı olduğunu, işte de tam da o semtte yaşanan yoksulluğu ve sömürüyü ihmal ediyor Sıvacı’nın filmi. Bu bağlamda, Ken Loach’un 1969 tarihli ve bir oğlanın bir kerkeneze olan bağlılığını anlatan muhteşem filmi “Kes”i (Kerkenez) hatırlamakta yarar var. Yine de, kuşkusuz başarılı bir yapıt bu ve yönetmeninden yeni filmler beklemeyi arzu ettirecek kadar da değerli.

(Visited 5 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir