Güzelliğin On Par’etmez… – Hüseyin Tabak (2012)

“Benim babam falan yok. Dağdan gelmiş adam bana hayatı mı anlatacak?”

Babanın siyasi geçmişi nedeni le Avusturya’ya sığınan Türkiyeli bir ailenin hikâyesi.

Maraş doğumlu ve Avrupa’da yaşayan Kürt yönetmen Hüseyin Tabak’ın Antalya’da en iyi film dahil olmak üzere beş dalda ödül alan ve ortak yapımcı ülke olan Avusturya’da yılın filmi seçilen çalışması. Antalya’da ödül alırken filmin Türkiye yapımı olmadığı iddiaları nerede ise filmin önüne geçen eser, Kürt babanın terörist/gerilla geçmişi nedeni ile Avusturya’ya sığınmış, annenin Türk olduğu ve tüm ailenin Avusturya’ya uyum göstermeye çalışırken ciddi problemler yaşadığı bir hikâye anlatıyor bize. Seyirci ilgisini çekmenin yollarından biri olan hikâyeyi sevimli bir çocuğun gözünden anlatmak yönteminin -ama kesinlikle rahatsız edici olmadan- benimsendiği film bu çocuğu canlandıran Abdülkadir Tuncer’in başarılı oyunu, bir arada yaşamaya devam edebilmek için kendilerine yeni bir ülkede yeni bir ev kurmaya çalışan bireylerin karşılaştıkları koşullar nedeni ile belki de birbirlerinden daha da uzaklaşmaya doğru gittiği hikâyeyi abartılmamış bir duygusallığı da içererek etkileyici biçimde anlatmayı başarması ve zaman zaman hikâyenin odağının dağılmasına neden olsa da ele aldığı fazlaca konu ile güncel kimi sorunları gündeme getirmesi ile önemli bir film. İlk yarısında arada vasata kaysa da ikinci yarıda kendisini toparlayan filmin, Avusturyalı kimi karakterleri bir parça yüzeysel çizmek ve anlattığı farklı öğeler arasında arada konsantrasyonunu yitirmek gibi kusurları da var.

Filmin 2012 yılında Antalya’da Ali Aydın’ın “Küf” ve Erdem Tepegöz’ün “Zerre” adlı çalışmalarını geride bırakarak Altın Portakal ödülünü alması oldukça tartışmalı bir sonuç yaratmıştı aslında. Karşımızdaki sinemasal açıdan bir yenilik içeren veya sinema dili açısından taze bir bakış içeren bir yapım değil çünkü. Judit Varga’nın sıcak ve dokunaklı piyano eserleri eşliğinde anlatılan hikâyede, yönetmen Hüseyin Tabak samimi ve temiz bir dil ile çok önemli konuları sıcaklığı, duygusallığı, dürüstlüğü ve hatta küçük bir mizahı da ihmal etmeden anlatıyor bize. Bunu yaparken de çocuk oyuncu Abdülkadir Tuncer’in oyunundan sağlam bir destek alıyor. Tuncer’in filme sıcaklığının büyük kısmını veren sevimliliğini çok dürüst ve asla sömürmeden kullanmış Tabak. Tuncer’in aydınlık yüzünü filmin odağı değil, odağı (daha doğrusu odakları) olan konunun/konuların saydam bir aracı olarak kullanmış. Tüm büyüklerin bir acısının olduğu bu hikâyede, bu yetişkin karakterler çocuğu nerede ise kendi acılarını sağaltıcı bir insan olarak görüp onunla yetişkinmiş gibi konuşurlarken, çocuk bir yandan kendi ilk aşkı, büyüme sancıları ve dilini konuşamadığı bir ülkede yaşamanın zorlukları ile baş etmeye çalışıyor. Tabak’a ait olan senaryo çok doğru ve filme de ciddi katkı sağlayan bir seçimle çocuk karakteri gözyaşı sahnelerinin değil, mücadelenin, sevginin, anlamaya çalışmanın ve hatta mizahın nesnesi yapıyor ve hikâyenin doğal görünümünün de yaratıcılarından biri oluyor.

Tabak kendi hayatındaki kimi gözlemleri de hikâyeye başarı ile yedirmiş görünüyor. Almanca bir metni Türkçeye çevirmeleri için tek tek dolaşılan komşuların her biri -evet, çok da yeni bir gözlem içermiyor ama- örneğin, gerçek hayatın içinden çekilip alınmış karakterler gibi duruyor kesinlikle. Bu gerçeklik duygusu ailenin tüm bireylerinden de yansıyor seyirciye. Siyasi geçmişi nedeni ile hapiste yatmış ve serbest kaldıktan sonra derin devletin rahat bırakmadığı Kürt baba, ailesini bir arada tutmaya çalışan ama yılgınlığa kapılmış görünen Türk anne (senaryonun en çok ihmal ettiği baş karakter diyebiliriz onun için, diğerlerinin arasında onu derinleştirmeyi unutmuş görünüyor senaryo), babasını bir yandan ezik ve cahil diğer yandan siyasi geçmişi ile terörist olarak gören ve bunu hem yüzüne karşı söylemekten hem de yaptırdığı ay-yıldız dövmesi ile karşısına çıkmaktan çekinmeyen ama öte yandan uyuşturucu çetelerine de bulaşmış bir abi ve tüm bunların ortasında, yabancı bir ülkede şaşkın, durgun ama sevgi dolu gözlerle ayakta kalmaya çalışan bir çocuk. Senaryo ailedeki Aleviliği de (doğrudan adını koymasa da anne tarafına ait olan bir unsur gibi duruyor bu daha çok) duvarda asıl duran Ali portresi ile vurgularken, bu her an dağılmaya mahkum görünen ailenin geleceği konusunda seyircinin ilgisini ayakta tutmayı başarıyor. Evet, bunu yaparken gösterdikleri ve anlattıkları çok da yeni şeyler değil belki ama gerçekçilik ve dürüstlük senaryoya sinmiş olduğu için, yine de ilgi çekiyor kesinlikle.

Annesi ile abisinin arasını bulmaktan içinde bulunduğu tüm zorlu koşullara karşın okulda başarılı olarak ailenin Avusturya’da mülteci olarak kalabilmesini sağlamaya kadar zorlu savaşların içindeki çocuğun başrolünde olduğu hikâyeyi yönetmen Tabak, Charlie Chaplin ve Yılmaz Güney’e ithaf etmiş kapanış jeneriğindeki yazılara göre. Babanın türkü okuduğu sahne başta olmak üzere Yılmaz Güney’in kimi etkileri açık filmde; Chaplin ile bu anlamda bir bağlantı kurmak zor belki ama bu büyük ustanın komedilerinde aslında hemen hep güçlü bir dramı anlattığını düşünürsek belki filmin onunla bağlantısını kumak mümkün olabilir. Tabak bu iki sinemacının kendisine özgüven kazandırdığını ve başarabileceğini hissettirdiğini söylemiş bir röportajda ve anlaşılan ithafın asıl nedeni de bu.

Usta halk ozanı Aşık Veysel’in aynı adlı türküsünden adını alan ve onun bu türküsünü hikâyedeki pek çok öğenin de ortak noktası yapan filmde Tabak’ın çocuğun hayal sahnelerini dozunda bırakılmış tatlı bir masal havası ile anlatması ve bu masal havasını yaşadığı gerçeklerin sertliği ile akıllıca karşı karşıya koyabilmesini de filmin artıları arasına eklemek gerek. Maço görünümlü Türk komşu ile çocuk arasındaki dostluk da doğallığı ile filmin ne olursa olsun umudu koruyan havasına ciddi bir katkı sağlıyor. Tuncer’in yanısıra, abisi rolündeki Yüsa Durak ve komşu rolündeki Orhan Yıldırım’ın oyunları ile baba ve anne rolündeki Nazmi Kırık ve Lale Yavaş’ın önüne geçmiş göründüğü filmde abi ile kardeşin cezaevindeki konuşmaları, babanın kabuğuna çekilmiş mutsuz havasını ilk kez geride bırakıp çocuk ile konuştuğu sahne ve tüm çocuksu mutlu havası ile çocuk ve kız arkadaşının tramvaydaki sahneleri abartmadan veya seyircinin yüzüne çarpmadan duygusallığın nasıl kendiliğinden oluşabileceğini göstermesi ile önemli anlar filmde. Tabak’ın senaryosunun başta öğretmen karakteri olmak üzere yabancı karakterleri yüzeysel bırakması ve daha da önemlisi birbirinden önemli pek çok konuya (mülteci olmaktan Kürt sorununa, ilk aşktan büyüme sancılarına, Batı’nın kuralcılığından yabancı ülkelerde uyum sorunu yaşarken kaybolan nesillere kadar ve bunlar gibi her biri ayrı bir hikayenin konusu olabilecek pek çok farklı konudan söz ediyorum) tek bir hikâyede değinmeye çalışması ise filmin göz ardı edilemeyecek kusurları.

(“Deine Schönheit ist Nichts Wert” – “Your Beauty Is Worth Nothing”)

(Visited 265 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir