Gûzen to Sôzô – Ryûsuke Hamaguchi (2021)

“Eğer bana sarılırsan, onu yitirirsin. Ne dersin? Senin olacağımın da garantisi yok bu arada. Her ikimizi de kaybedebilirsin. Hiçbir şey için söz veremem. Ben buyum. Beni kabul eder misin?”

Tuhaf bir aşk üçgeni, bir baştan çıkarma oyunu ve bir yanlış anlamaya yol açan bir tesadüfün kahramanları olan kadınlar üzerinden anlatılan üç ayrı kararlar, pişmanlıklar ve ilişkiler hikâyesi.

Ryûsuke Hamaguchi’nin yazdığı ve yönettiği bir Japonya yapımı. Berlin’de Jüri Ödülü olan Gümüş Ayı’yı kazanan yapıt, ülkesinin eleştirmenleri tarafından da yılın en iyi Japon filmi seçilmişti. Üç ayrı hikâye içeren filmin ilk iki bölümünü 2019’da, son bölümü ise “Doraibu Mai Kâ”nın (Drive My Car) çekimlerine pandemi nedeni ile ara vermek zorunda kaldığı dönemde çekmiş Hamaguchi . Seçimler, kader, arzu, ilişkiler, erotizm ve tesadüfler üzerinden anlatılan hikâyelerin her birini, çoğunluğunda iki karakterin yer aldığı ve uzun planlar içeren sahnelerden oluşturmuş ve ortaya yalın ve samimi bir sonuç koymuş yönetmen. Sadece ana karakter olan kadınların değil, diğerlerinin de özenle çizildiği ve her birinin kırılganlıkları, arzuları ve korkuları üzerinden tüm çıplaklıkları ile karşımıza getirildiği yapıt, sadeliğin gücünü hatırlatan ve yönetmenin -tüm o tuhaflıklarına rağmen- gerçek karakterleri çarpıcı bir biçimde yaratma ve değerlendirme yeteneğinin çok sağlam bir kanıtı olan bir çalışma.

“En iyi yaptığım şey sevdiklerime zarar vermek. Aşkın insanları mutlu etmesi gerekir” diyor “Büyü (Veya Daha Az Güven Veren Bir Şey)” adını taşıyan ilk öykünün kahramanı olan Meiko (Kotone Furukawa). Onunla modellik yaptığı bir fotoğraf çekiminde tanışıyoruz. En iyi arkadaşı, çekimlerde de görevli olan Tsugumi (Hyunri Lee) ile iş dönüşü paylaştıkları takside dostunun yeni tanıştığı erkek (Kazuaki rolünde Ayumu Nakajima var) hakkında konuşurlar. Bir iş toplantısı için ilk kez bir araya geldiği erkekle 15 saat geçirmiştir Tsugumi. Onun fiziksel temas içermeyen bu ilk görüşmesini, hem dinleyen Meiko hem de anlatan Tsugumi erotik bulurlar. “Seks kaçıncı buluşmada gerçekleşmeli” gibi konuların yer aldığı bu konuşmanın uzun bir bölümünde kamera taksinin arka koltuğundaki iki kadını tek planla getiriyor karşımıza. Oldukça samimi, gerçek ve adeta belgesel tadı taşıyan bir sahne bu. Konuştukları aracılığı ile iki kadını da çok iyi tanımamızı sağlıyor film ve bizi de adeta o koltuğa oturtuyor Hamaguchi. Diğer hikâyelerde olduğu gibi yönetmen herhangi bir orijinal müzik kullanmamış ve Alman besteci Robert Schumann’ın 1838 tarihli ve piyano için yazdığı on üç parçadan oluşan “Kinderszenen” (Çocukluk Sahneleri) adlı eserinin 7 numaralı “Träumerei” (Hayal kurmak / Düş görmek) adlı bölümünü seçmiş tüm öyküler için. Tıpkı filmdeki üç öykü gibi zarif, kırılgan ama aynı zamanda güç de içeren bu melodi çok doğru bir seçim olmuş gerçekten de. Adının çağrıştıracağının aksine çocuklar değil, çocukluk hatıraları üzerine olan bu yapıtı Schumann’ın sonradan eşi olacak olan Clara Schumann’dan geçici bir ayrılık sırasında yazmış olması hüzünlü notaları açıklarken, öykülerdeki karakterlerin -olgunlaşmak, yüzleşmek, kabullenmek ve devam edebilmek açısından- yeterince büyümediklerini düşününce müziğin doğruluğu daha da iyi anlaşılıyor.

İlk öyküde sürprizin kendisinden çok, Meiko’nun ikilemi öykünün asıl çekiciliğini oluşturuyor. “Canını yaktığım için benim de canım çok yandı” diyen genç kadının geçmişte kalmadığı anlaşılan aşkının canlandırdığı duygularla vermek zorunda kalacağı kararın güçlüğünü, onu koşarak geldiği bir üst geçidin üç kolu ortasında kaldığı görüntü ile anlatan Hamaguchi üç karakterin tesadüfen bir araya geldiği sahnede kaderin karar almaya zorlamasını da hoş bir şekilde dile getiriyor. Bu öyküdeki tek kamera oyununu yaparak hızlı bir zum ile Meiko’ya odaklanan Hamaguchi seyirciyi “aldatırken”, bu âni ayrıksı hareketi ile o ânı vurguluyor zarif bir biçimde.

“Lütfen kapıyı açık bırakın” diyor “Kapı Ardına Kadar Açık” adlı ikinci öykünün karakterlerinden biri olan ve bir baştan çıkarma oyununun hedefi durumundaki akademisyen Segawa (Kiyohiko Shibukawa). Nao (Katsuki Mori) evli ve bir çocuğu olan bir kadındır ve hep arzu ettiği gibi psikoloji okumak için otuzlu yaşların başında üniversiteye başlamıştır. Sasaki (Shouma Kai) adındaki, kendisinden küçük bir öğrenci ile ilişkisi vardır. Öykünün başında Sasaki’yi, odasındaki Segawa’nın masasının önünde yerlere kapanmış ve affedilmek için yüksek sesle yalvarırken görüyoruz. Sesleri duyup gelenlere kapıyı açık bırakmalarını söyler Segawa ve öykü 5 ay ileriye atladığında anlayacağımız üzere affetmeyecektir öğrencisini. Segawa erotik içerilkli kitabı ile ödül almıştır; Nao kitabı çok beğenmiştir ama affedilmediği için intikam hisleri içinde olan Sasaki kadından Segawa’yı baştan çıkarıp tuzağa düşürmesini, yoksa kendisi ile görüşmeyi ve cinsel beraberliklerini bitireceğini (“Öyle gençsin ki!”) söyleyince, Nao oyunu kabul eder ve akademisyeni odasında ziyaret eder. Bu görüşmede de kapı açık olacaktır ama gelişmeler onun da adamın da beklemediği yönde olacaktır.

Yüklü erotizmini kitabın metninden alan bu öyküde yine hemen hep ikili sahneler ve karakterleri genellikle tek planda çeken bir kamera tercihi var. Segawa’nın odasındaki erotizmle yüklü anları oldukça ciddi bir tonda ve oyunculuklarla anlatmış yönetmen ki bu seçim öykü ile aramıza bir mesafe koyuyor; bu mesafe ise, bekleneceğinin aksine, öyküye gerekli olan gerçekçiliği katıyor ve o sahnenin kahramanları olan karakterleri, erotizmin sıcaklığından uzak ve zayıflıklarının soğukluğu ile birlikte görmemizi sağlıyor. İlk öyküde olduğu gibi burada da yönetmenin karakterlerine, tüm o yanlışlarına ve zayıf yanlarına karşın, bir sevgi duyduğunu hissetmemiz de filmin kesinlikle lehine olmuş; Hamaguchi’nin sevgisinin “gerçekler”i olduğu gibi göstermesine engel olmadığına bizi kesinlikle ikna etmesi de bu başarıyı artırıyor. Finalde beş yıl sonrasına gittimizde gördüklerimiz ile öyküye hüzünlü ama hınzır da olabilen bir kapanış sağlayan Ryûsuke Hamaguchi, sinemada senaristlik ile yönetmenliğin yüksek bir uyum düzeyine ulaştığında sonucun ne kadar güçlü olabileceğini gösteriyor bize alçak gönüllü bir tavrı hep koruyarak. Bu öyküde bir sürprizin çarpıcılığının yerini, bir yanlışın neden olduğu trajediler ve tuzaklar alıyor ve öykü bunları akıllıca kullanıyor.

“Senin de hayatında tıpkı benimki gibi bir boşluk olacağını düşünmüştüm” diyor “Bir Kez Daha” adlı üçüncü öykünün kahramanı Moka (Fusako Urabe), bu bölümün yaşanamamışlıklara ve acısı şiddetli olan boşluklara yönelik içeriğini anlatacak bir şekilde. Öykü bir bilgisayar virüsünün çevrimiçi hayatı ortadan kaldırdığı ve bu durumun kalıcı olup olmadığının bilinmediği bir dönemde geçiyor. Moka mezun olduğu kız lisesinin buluşmasına katılmak için 20 yıl sonra, yaşadığı Tokyo’dan geri dönmüştür. Şehirde gezerken yürüyen merdivende bir kadınla (Nana rolünde Aoba Kawai var) karşılaşır ve onun yıllardır iletişim kuramadığı, lisede okuduğu dönemde kendisi için çok önemli olan bir arkadaşı olduğunu düşünür. Nana kendisine merakla bakan Moka’nın, adını hatırlayamadığı okul arkadaşı olduğunu düşünerek, kendisine gösterilen ilgiye cevap verir. Öykünün bundan sonrasında iki kadın arasındaki karşılıklı iç dökme, yarım kalmış sevgi ve mutluluklara duyulan özlem (“Sen benim tek ve biricik aşkımsın. Başkasını sevebilirsin ama ben senden başkasını sevemem… ama beni seçmeni isterdim”) ve içte hissedilen derin bir boşlukla yaşamaya devam etmenin yüküne tanık oluruz.

İlk öyküde âni zum hareketi ile sağlanan etkiyi bu son bölümde, yine bir zumla ama daha dikkat çekici olarak da, biten bir konuşmanın ardından boş bir salonu göstererek elde ediyor Hamaguchi. İki karakterin arkalarında bıraktıkları fiziksel boşluk, onun hemen öncesinde yaşanan -gerçek ya da sahte-mutluluk ânının gözle görülür sembolü oluyor bir bakıma böylece. Bu üçüncü bölümün belki de en güçlü yanı özlenen bir geçmişle, bir olasılığın umudunu bize oldukça etkileyici bir şekilde geçirebilmesi. İki kadının karşılıklı olarak üstlendikleri rollerle birbirlerine sundukları mutluluk bir bakıma dürüstlüğün, empatinin ve küçük fedakârlıkların çok şeyi değiştirebileceğini, yaraları bir ölçüde iyileştirebileceğini ya da en azından geçici de olsa değiştirme umudunu yaratabileceğini anlatırken, hikâye Hamaguchi’nin karakter yaratma ve onları yaşamlarını belirleyen duyguları ile birlikte sergileme konusundaki ustalığını gösteriyor.

Edebiyattaki sağlam bir kısa hikâyenin aynı derecede sağlam görsel karşılıkları olarak düşünebileceğimiz üç bölümden oluşan bu filminde oyuncuları da kendi sinema diline çok uyumlu bir şekilde değerlendirmiş yönetmen. Her biri sadelikten hiç uzak düşmeyen, karakterlerinin kendilerini bizden gizlemediğine ikna eden performanslar sunmuşlar. Filmin zaman zaman Eric Rohmer yapıtlarını hatırlatmasında Hamaguchi’nin metni kadar, oyunculukların Fransız ustanın filmlerinden aşina olduğumuz havaya sahip olmalarının da önemli payı var. Tüm oyuncuların takdiri hak ettiği filmde, son öykünün iki başrol oyuncusunun öne çıktığını söylemek mümkün. Oyuncuların (ve dolayısı ile karakterlerinin) zaman zaman “poker surat” takınmalarının bu yüzlerin arkasında gizlenen sırların, hüzünlerin ve karmaşanın üzerini örtme çabasının sonucu olduğunu söylemek mümkün. Bu maskelerin düşmesi için, bir diğer karakterle olan temas ve ilişkinin yetmesi ise sevginin, anlayışın ve yakınlığın önemini söylüyor bize. Özetle söylemek gerekirse, son dönem Japon sinemasının en sade, en zarif ve en “insanı anlatan” yapıtlarından biri.

(“Wheel of Fortune and Fantasy” – “Çarkıfelek”)

(Visited 8 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir