Hafið – Baltasar Kormákur (2002)

“Öldükten sonra cesedimi istediğiniz gibi sürükleyin, daha önce değil”

Günümüz İzlanda’sından bir aile üzerinden parçalanma hikâyesi.

Gösterişsiz başlayan ve çoğunlukla öyle devam eden ama adım adım inşa ettiği parçalanma hikâyesi ile çok etkileyici bir film. Gözlemleri, tespitleri ve sergilediği insanlık manzarası ile umuda pek bir yer bırakmayan ve üzerinde düşünmeye zorlayan bir çalışma.

Kişisel, sosyal ve ekonomik tüm ilişkilerin rayından çıktığı, küreselleşmenin toplumun en küçük birimlerine kadar inen parçalayıcı ve standartlaştırıcı etkisinin egemen olduğu bir ortamda bireysel çıkarların ve diğerlerine rağmen ayakta kalma mücadelesinin nasıl doğal bir yaşam şekli haline geldiğini etkileyici ve yalın bir dille aktaran film yönetmen Kormákur’un da filmografisindeki en etkileyici çalışmalardan biri.

Bir İzlanda kasabasında çalışan ve para harcamamak için çaydan başka bir şey içmeyen Çinli işçilerden, kârlı olmasına rağmen kapitalizmin doğası gereği büyükler arasında yok olmamak için satılması gereken şirkete ekonomik küreselleşmenin yakıcı etkisi altındaki bir dünyada diğer ilişkilerin bundan etkilenmemesi imkânsız elbette. Ne değişen dünyada babanın eskiyi ayakta tutma çabasının bir anlamı var ne de piyano başında hep birlikte söylenen ve insanlığın yitirdiklerinin tümüne bir ağıt havası taşıyan şarkının parçalanan aileyi bir arada tutma şansı. Her türlü otoritenin (bireyleri bir arada tutan ve sevgi ve saygıya dayalı otoriteden bahsediyorum) yok olup gittiği bir dünyayı sembolize eden pek çok unsur var filmde. Tüm film boyunca aciz bir şekilde gösterilen polis, en sağlıklı ilişkiyi elindeki elektronik alet ile kuran delikanlı, iyimser filmlerde mutlu bir büyük aile fotoğrafına arka plan oluşturacak toplu akşam yemeğindeki tüm diyaloglar iç burkan bir acılığa sahip. Delikanlının ileride kendisinin de dönüşeceği insan olan babasına olan tepkisini arabanın, o etrafındaki insanlara göstermediği özel ile camlarını sildiği arabasının, kapılarına sprey ile $ işaretleri yapması belki de insanın içinde yer alan ve sonradan toplumun tüm geçerli değerleri ve dinamikleri ile yok edilecek olan güzelliğin bir göstergesi.

Şöminenin bile sahte olduğu ve başında hiç konuşmadan oturulduğu evler var bu filmde. Bu etkileyici sahneden daha etkileyici olan tüm yemek bölümü. Bir oyundan uyarlanan film belki de oyunun en dramatik anlarını burada sinemanın kendi dilini başarı ile kullanarak yeniden yaratıyor. Bunun ardından gelen mirası açıklama sahnesi ise tüm kötülüklerin ortaya döküldüğü çok etkileyici bir kırılma anı. Ailenin küçük oğlunun dilinden ifade edildiği gibi herkesin birbirine tepeden baktığı ve birbirlerine benzedikleri için birbirlerinden nefret ettiği bir aile, aslında bir tüm bir toplum var burada. Filmin tüm kadrosu, en küçük rolden başrollere kadar, saf ve güçlü bir oyun veriyorlar ve filmin dramatik gücünü daha da artırıyorlar.

Ailenin kızının kocası ile birlikte evi talan etme sahnesi gibi seyredeni kahredebilecek bölümler içeren film, elbette benzersiz kar ve dağ görüntüleri, vahşi kapitalizmin uç noktalarını gösteren anları, naifliğin, hümanizmin ve toplumcu düşüncenin tamamen yok olduğu bir dünyada karşımıza çıkacak manzarayı anlatan etkileyici kareleri ile mutlaka seyredilmesi gereken bir film. Evet, filmde de söylendiği gibi “aşk şarkıları yazan ama kendinden başka kimse için bir şey hissetmeyen insanların” dünyası var burada. Yaşadığımız dünyayı ama önce kendimizi sorgulamak için.

(“The Sea” – “Deniz”)

(Visited 903 times, 10 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir